03 Ocak 2014
Sayi: KB 2014/01

Çürümüş düzende sağlam çark olmaz
AKP-cemaat çatışması ve “kuvvetler ayrılığı”
İktidar dalaşı ve düzen medyası
Riyakarlıkta sınırları yok!
Her dönemin has uşağı: CHP
Yolsuzluk, yağma ve sömürü düzeninden hesap sormaya...
Sınıf devrimcilerinden yolsuzluk eylemleri
Yolsuzluklar protesto edildi
Oyak Renault’ta patron-Türk Metal işbirliğiyle işçi kıyımı...
Türk-İş asgari ücrete ‘muhalif’ kaldığını açıkladı!
Esenyurt’ta işçiler foruma hazırlanıyor
Hacettepe işçisinden zafer kutlaması!
2013: İşçi sınıfı kin ve öfke biriktirdi!
“Bürokratik-icazetçi sendikal çizgiyi aşmak için taban inisiyatiflerini yaratalım!”
Dünya basınında yolsuzluk ve rüşvet operasyonu
2013: Kriz, çatışma, savaş, direniş…
Seçim dönemi ve reformizmle mücadele
Eğitim piyasalaşırken...
İÜ’de mücadele etkinliklerle sürüyor
Roboski için yaygın eylemler
“Yargılanan değil, yargılayan olduk!”
Özgürlük ve eşitlik yürüyüşümüz sürüyor
EKK’dan yeni yıl mesajı...
Kartal Emekçi Kadın Komisyonu kuruldu
Devrimci tutsaklardan yeni yıl mesajları
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Çürümüş düzende sağlam çark olmaz…

Sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim!

 

Dinci-gericiliğin 2013’ün son günlerine damgasını vuran iç iktidar kavgası sürüyor. Gerici koalisyon artık dikiş tutmayacak şekilde parçalanmış durumda. Cemaatin yargı ve polisteki gücünü kullanarak 17 Aralık’ta gerekleştirdiği ve aralarında üç bakan oğlunun da içinde olduğu yolsuzluk operasyonu ile tüm dünyanın gündemine oturan dalaşma, hükümet kanadının polis şeflerini görevden almasıyla devam etti. Polis teşkilatındaki bu operasyon yeni yılın ilk günlerine kadar sarktı ve son rakamlara göre bu tasfiyeden 700 civarında polis nasibini aldı. AKP bununla da yetinmedi; kolluk yönetmeliğini değiştirerek soruşturmada amiri bilgilendirme zorunluluğu getirdi.

Çivisi çoktan çıkmış devlet yapısı

Yönetmelik hamlesi aynı zamanda savcılar üzerinden yargıyı, dalaşmada cemaatin en güçlü olduğu cepheyi de etkiliyordu. Cemaatin ikinci hamlesi ise Tayyip Erdoğan’ın oğlunu da kapsayan yeni bir yolsuzluk operasyonuydu. Fakat emniyetteki görevden almaların işe yaramış olduğunu, gerek polis gerekse jandarmanın savcılığın talimatlarını yerine getirmemesiyle görmüş olduk. Bu, başsavcılık tarafından yalanlanmış olsa da bizzat ilgili savcının adliye önünde dağıttığı basın bildirisi ve AKP iktidarını suçlayan açıklamasıyla ilan edildi.

Bu arada yargı cephesinde, Erdoğan’ın referandum yoluyla şekillendirdiği HSYK’yı hemen her konuşmada suçlaması, hatta işi “elimde olsa HSYK’yı ben yargılardım” diyecek boyuta vardırmasıyla kavga iyice kızıştı. HSYK ise kolluk yönetmeliğindeki değişikliğin anayasa ihlali anlamına geldiği uyarısı yaparken, Danıştay da yönetmelikteki değişikliği iptal etti.

AKP’nin öteki bir hamlesi ise teşhir olmuş bakanları istifa ettirmek ve parti içindeki açık cemaat destekçisi milletvekillerini kovmaktı. Fakat denebilir ki en büyük yarayı da bu hamle sırasında aldı. TOKİ’lerdeki vurgun ve talanın yürütücüsü konumundaki Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar giderayak, Erdoğan tarafından “rüşvet ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu bir operasyon sebebiyle istifa ediniz ve beni rahatlatacak deklarasyonu yayınlayınız şeklinde” kendisine baskı yapıldığını, soruşturma dosyasındaki imar planlarının doğrudan Erdoğan’ın onayıyla yapıldığını, dolayısıyla Erdoğan’ın da istifa etmesi gerektiğini söyledi. Haliyle pisliğin üzerini kapatmakta ne istifa ettirmeler, ne de yeni kabine revizyonu bir işe yaradı. Tam tersine bu hamle, AKP’yi ve şefini rezil etmede polis ve yargı alanındaki operasyonlardan daha fazla etkili oldu.

Dalaşmanın ön hatları

Dinci güçler arasındaki iktidar kavgası, bakanların gecikmeli olarak istifa etmesinden ve kabine revizyonundan itibaren, ağırlıklı olarak tarafların medya alanındaki kalemşörleri ve program yapımcıları üzerinden devam ediyor. Şimdilik ön hatlarda bu alanda ne kadar yandaş, yalaka, yiyici yazar-çizer, televizyoncu varsa canhıraş bir çarpışma halindeler. Kokuşmuşluğun bini bir para. Kavganın sahnesi ise oldukça geniş. Sadece doğrudan taraflara ait basın kuvvetleri değil, burjuva medyanın tüm TV, gazete, internet vb. yayın organları bu dalaşmanın arenası durumunda. Buralarda eski kirli çamaşırlar ister istemez etrafa saçılıyor. Bir yandan da dualar-beddualar, camilerdeki taraflaşmalar yansıyor ekranlara.

İlginç olan kavganın kendisi veya ortalığa saçılan pisliğin boyutları değil aslında. Çünkü dinci koalisyonun 11 yıllık iktidarı boyunca hem sürekli olarak açık veya örtülü bir iktidar ve rant çekişmesinin eşlik ettiği, hem de bunun devasa boyutlarda bir hırsızlık olanağı sunduğu ve servetin kitlesel el değiştirmesine yaradığı belliydi. Bunun toplumun burjuva ideolojilerin etkisi altındaki yığınlardan bugüne kadar gizlenmesi de zor değildi. Nihayetinde koalisyonun gerici güçlerini bugüne kadar birlikte davranmak zorunda bırakan karşıt dengeler vardı. Rejimin geleneksel güçlerinin altedilmesi bunların başında geliyordu. Emperyalist efendilerin icazetinin ve tekelci burjuvazinin zımni desteğinin başlıca nedeni olan kitle desteğini elde tutup büyütmek sıkı bir işbirliği gerektiriyordu. Oy desteği korunmadan, tek başına hükümet, bu olmadan ekonomide sıcak para akışına dayalı göreli “istikrar”, onsuz da devlette kurumsallaşıp iktidarlaşma mümkün olmazdı.

Bunların ve bir dizi başka etkenin zorunlu kıldığı sıkı işbirliği 2012’nin başlarında MİT başkanının ifadeye çağrılmasına kadar korunabildi. O zamana kadar Tayyip Erdoğan kişiliğinde ifrata varan güç yığılmasının terbiyesi arayışları alttan alta gündeme geliyordu zaten. 7 Şubat ifade olayında yine de kontrol sağlanabildi. Şayet Haziran Direnişi olmasa idi kavga karşılıklı tavizlerle, daha doğrusu zayıf olanların sinmesi sonucunda hala da kontrol edilebilir sınırlarda kalabilirdi. Fakat Haziran Direnişi Tayyip Erdoğan şahsında AKP’nin tüm büyüsünü yerle bir etti, hem Türkiye’de hem de emperyalist efendileri nezdinde. Nitekim cemaatin ikinci açık salvosunun Haziran günlerinde gerçekleşmesi boşuna değil. Sonrasında AKP ve şefinin cemaatin temel örgütlenme alanı olan öğrenci evleri ve dershanelere yönelik hamleleri geldi. Tarafların kamuoyu önündeki sözcülerinin yatıştırma gayretlerine rağmen ok yaydan çıkmıştı bir kere. 17 Aralık’ın 1,5 yıllık bir hazırlığın ürünü olarak gündeme gelmesi bile çok şey anlatıyor zaten.

İrin yayarken bile pişkinler

İlginç olan, gericiliğin her yanından irin akan kokuşmuşluğuna rağmen iç iktidar kavgasını bu denli pişkince, hatta pervasızca sürdürebilmesidir. Bunu ise ilkin CHP başta olmak üzere düzen muhalefetinin verili zayıflığına borçludur. Düzen muhalefeti, ABD’nin arkaladığını düşündüğü cemaat saflarında kavgaya katılarak, henüz belirgin bir alternatif olamayacağını ayrıca ortaya koymuş bulunuyor.

Dinci-gericilerin iç kavgasındaki pervasızlıklarının ikinci nedeni ise Kürt hareketi ve dolayısıyla onun yedeğinde hareket eden (HDP’de biraraya gelmiş bulunan) reformist solun inanılmaz tutumudur. Bu kesimden bazıları AKP-cemaat kapışmasını “çözüm süreci”nde AKP’yi ve “Sayın Başbakan’ı” zayıflatma hamlesi olarak ilan edip, zımnen ona arka çıkmakta hiçbir tuhaflık görmüyorlar. Reformist solun tüm politikasını AKP karşıtlığı üzerinden sürdüren geriye kalan kesimi ise parlamenter hayallerin gerçekleşmesi hasebiyle aynı çizgide devam ediyor. Tam da tüm unsurlarıyla dinci-gerici akımın çürümesini ele alıp bunu sermaye düzeni gerçeğine bağlamak zamanı iken, onlar gözlerini AKP’nin zayıflamasına, seçimlerde köhnemiş düzeni onarıp yenilemeye, fakat sadece buna dikmiş durumdalar.

İşçi ve emekçi kitleleri bekleyen mücadele sahnesi

Dinci-gerici güçlerdeki rahatlığın en büyük sebebi ise hiç kuşku yok ki işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin hala da seyirci konumunda olması, hatta yer yer gerici güçler arasında taraf olmasıdır. Elbette olayın patlak vermesinin ertesinde bir dizi kentte militan çatışmalara da varan, “Gezi 2. sezon başladı” vb. söylemlerle Haziran’a atıflar yapan kitle eylemleri yaşandı. Ama bunlar hala da sol ve ilerici kitlenin katılımı sınırlarını geçebilmiş değil. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin harekete geçmesi günün en yakıcı ihtiyacıdır. Bu çerçevede, AKP-cemaat kavgasından saçılan pislik üzerinden, onları ve benzerlerini üreten sermaye düzenini topyekûn hedef alan etkin bir ajitasyon, propaganda ve teşhir çalışması ile kitleleri eyleme teşvik eden çıkışlar süreklileştirilebilmelidir. 11 Ocak Ankara eyleminin cemaati ve AKP’si ile birlikte sermaye düzenine yöneltilmesi, bu doğrultudaki çabalar kadar işçi ve emekçilerin mücadeleyi sahiplenmesine de bakmaktadır.

İşçi sınıfı ve emekçi kitleler harekete geçmediği sürece, bu pisliğe yönelik içten içe biriken tepkinin AKP ve cemaat başta olmak üzere tüm sermaye düzenine yönelmesi mümkün olamayacaktır. Dahası bu edilgenlik, bu iki gerici odak ekseninde taraflaşmada da yedeklenmek anlamına gelmektedir. Meseleyi AKP-cemaat kavgası sınırlarında tutup sermayenin kokuşmuş gerçeğini gözlerden gizlemek isteyen burjuva partiler ile reformist akımlara da prim verilmemelidir. Onlar her zamanki gibi şimdi de devrimci mücadeleyi, demek oluyor ki, toplumu kirleten sınıf olan burjuvaziyi tarih sahnesinden silecek yegane kurtuluş yolunu parlamenter koltuklara feda etmeye azmetmiş durumdalar. İşçi sınıfı ve emekçiler hangisi haklı-haksız tartışmasına girmek yerine, dincisi, faşisti, ulusalcısı, liberali, “demokratı” ile kokuşmadan, çürümeden, pislikten başka bir şey üretmeyen sömürü düzenine karşı “Bu pisliği devrim temizler!” şiarıyla eylem sahnesine çıkmalı, kaderini kendi ellerine almalıdır. Diğer türlü, pisliğin içinde çürüyüp gitmek kaçınılmazdır.

 
§