Geride kalan yıla ekonomik ve mali iflasla girmiştik. Bir önceki yılın Kasımında yaşanan mali çöküntüyü aradan daha iki ay bile geçmeden Şubat çöküntüsü izleyince, o güne kadarki uygulaması 14 ayı bulan ve emekçilere olduğu kadar ülkeye de faturası hayli ağır olan İMF programının iflası kesinleşti. Enflasyonun düşürülmesi aldatmacasıyla halka dayatılan bir programdı bu. Bugün geride kalan yılın enflasyon oranı resmi rakamlarla yüzde 90 civarındadır. Bu onun gerçekte yüzde 100ün üzerine çıktığı anlamına gelmektedir ve bu sonuç halk kitlelerinin yüzyüze bırakıldığı perişanlığı özetlemektedir. Kapitalist ekonominin iflası ve ağır faturası İMF programının iflası gerçekte Türkiyenin kapitalist ekonomisinin iflasıydı. Enflasyondan da öte tüm temel ekonomik göstergeler bütün bir yıl üzerinden bunu açıkça belgeledi. Ekonomi yüzde 10 civarında daraldı, ulusal gelir üçte bir oranında azaldı, dolayısıyla ülke aynı oranda fakirleşti. Gerçek ücretlerde büyük düşüşler yaşandı, işsizler ordusuna en az iki milyon yeni insan katıldı. Kent esnafları ve zanaatkarlarının yanı sıra kırsal üreticiler de büyük bir sosyal yıkıma uğradılar. İç ve dış borç faiz ödemelerine para yetiştirmek için çalışan kesimleri soluksuz bırakan zamlar ve vergiler bütün bir yıl boyunca birbirini izledi. Bütçe gelirlerinin yarısından, vergi gelirlerinin ise tümünden daha fazlasını yutan faiz ödemelerini gerçekleştirmek ülkeyi yönetenlerin tek kaygısı haline geldi Bu kadarı krizin ve iflasın ülkeye ve emekçilere ekonomik-sosyal maliyetiydi. Siyasal maliyet bundan daha az olmadı. Dayattığı program Şubatta iflas eden İMF, eskisinden daha ağır dayatmalar içeren yeni bir programı Türkiyeyi yöneten uşak takımının önüne koydu ve yeni kredileri ekonominin başına bir Dünya Bankası memurunun atanması ve 15 günde 15 yasa çıkarılması koşuluna bağladı. Bu, ülkenin yönetilmesine dolaysız bir müdahale, parlamentonun biçimsel iradesinin bile ortadan kaldırılması, çalışma gündeminin ve hızının somut olarak belirlenmesiydi. Hükümete ve devlete egemen uşak takımı bu koşulların gereklerini aynen yerine getirdiler. Verdiği borcu üç aylık dilimlere, bunu ise kendi memurlarınca yerinde yapılan aylık denetimlere bağlayan İMF, bu yolla şirket yönetim kurullarına atanacak memurları bile bizzat saptayacak bir konuma geldi Bu, ülkenin emperyalizme kölece bağımlılığının yeni boyutlar kazanması demekti. Ağırlaşan borç köleliği ülkenin bu duruma düşürülmesini kolaylaştıran temel etkenlerden biriydi. Vadesi gelen borçları ödemek için gerekli yeni borçlar karşılığında dayatılan İMF programları bu durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Reform adı altında çıkarılan yeni yasalar, bu yasalara dayanarak yapılan yeni düzenlemeler, emperyalist tekeller tarafından ülke ekonomisine doğrudan el konulmasına hizmet etmektedir. Telekomdan Şeker ve Tütün yasalarına, Merkez Bankasından serbest bölgeler ve ihale yasalarına kadar İMF dayatması tüm yeni düzenlemeler, Türkiyenin ekonomisini ve maliyesini dolaysız olarak emperyalist tekellere peşkeş çekmek içindir. Emperyalist küreselleşmenin gerekleri adına dayatılan bu düzenlemeler, ger&cceil;ekte emperyalizmin yeni sömürgeci egemenliğini yeni ve daha dolaysız biçimler içinde pekiştirmeye yaramaktadır. Bu aynı siyasi maliyetin bir de dış cephesi var. Herkesin bildiği gibi İMF ve Dünya Bankasının arkasında bizzat Amerikan emperyalizmi durmaktadır. Bağımlı ülkelerin kanını emen, onları ağır sosyal yıkımlara ve son Arjantin örneğinde görüldüğü gibi tümden iflasa sürükleyen bu kurumlar, ABD emperyalizminin elinde son derece etkili ve yaptırımcı dış politika araçlarıdır. Şubattaki iflasın ardından verilecek İMF kredilerinin perde gerisindeki temel koşullarından biri de Irakın İncirlikten günübirlik bombalanması, Filistin halkına uygulanan sistematik siyonist teröre onay verilmesi, bölgeye ilişkin öteki dış politika sorunlarında ABD emperyalizminin çıkar ve ihtiyaçlarına uygun hareket edilmesiydi. Bunun ne anlama geldiği 11 Eylül saldırılarının ardından daha anlaşılır hale geldi. Türk devleti Amerikan emperyalizminin Afganistan halkına karşı yürüttüğü barbarca savaşa tam siyasal destek vermekle kalmadı, ülke topraklarını da boydan boya saldırı üssü olarak ABDnin hizmetine sundu. ABDye bu kölece uyumu, tam da İMFden gelecek yeni kredilerin bir karşılığı olarak, AGSP ve Kıbrıs sorunlarındaki ani yumuşama ve tavizler üzerinden de görebiliriz. Bu alandaki son gelişmelerin gerisinde ABDnin dolaysız müdahalesi ve bu müdahalenin temel aracı olarak da kriz içinde kıvranan bir ülkeye karşı İMF kredileri sopası vardır. Ya Iraka karşı savaş ya da Arjantin gibi iflas!.. Fakat bütün bunlar henüz bir şey değil. Ekonomik kriz ve iflas batağında ABD emperyalizmine kölece bağımlılığın ne anlama geldiğini, asıl olarak girmekte olduğumuz yeni yılın olayları gösterecek bize. Dünya halklarına savaş ilan etmiş bulunan ABD emperyalizmi, kendi dünkü beslemesi gerici Taliban rejimi karşısında kazandığı kolay başarının ardından şimdi yeni hedeflere yönelik savaşlara hazırlanıyor. Bu hedeflerden en önemlisinin Irak olduğunu, Iraka karşı bir savaşta ise Türkiyeye dayanmak istediğini Amerikan yöneticileri ve medyası sabah akşam tekrarlayıp duruyorlar. Son haftalarda İstanbul borsasında yaşanan yükselişin gerisinde İMFnin yeni 10 milyar dolarlık borç vaadi, bu cömertçe vaadin geri planında ise Amerikan emperyalizminin Iraka karşı bir savaş çerçevesinde Türkiye üzerine yaptığı hesaplar var. Vaaderi cömert tutarak ve böylece borsayı yükselterek İMF, ABD emperyalizminin Irak politikasına Türkiyeyi hazırlamak gayretindedir. Borsanın yükseliş hızı aynı hızla tepetakla olma tehdidini içinde taşımaktadır. Bunun için İMFnin vaadettiği krediden yan çizmesi yeterlidir. Emekçileri yıkıma ve ülkeyi iflasa sürükleyen işbirlikçi burjuvazi, onun adına ülkeyi yöneten uşak takımı, onlarla birlikte medyadaki satılmış görevliler, tüm öteki göstergeler başaşağı gidiyorken salt borsadaki yükselişi kanıt göstererek şu günlerde topluma bir iyimserlik pompalamaya, krizden çıkıyoruz havası yaratmaya çalışıyorlar. Ülkeyi yönetenlerin yeni yıl mesajları, sermaye medyasındaki yeni yıl yorumları buna ilişkin iddia ve telkinlerle dolup taşıyor. Ama borsayı yükselten gerçek sırrın ne olduğunun açığa çıkmasına çok bir zaman da kalmadı sayılır. Ecevitin Beyaz Sarayda huzura kabulünü izleyen haftalar perdeyi kaldıracak, gerçekler çıplak biçimde ortaya çıkacaktır. Ya ABD emperyalizminin Irakla ilgili dayatmalarına boyun eğilecektir; bu, ABDnin çıkar ve ihtiyaçları do&urren;rultusunda Iraka karşı savaşa girmek, yani bölge çapında sonu belirsiz maceralara atılmak demek olacaktır. Ya da, salt Kürt sorunu ve Kuzey Irakta bir Kürt devleti korkusuyla bundan kaçınmak yoluna gidilecektir; bu ise, Arjantin ile aynı akbete sürüklenmek anlamına gelecektir. 1.3 milyar dolar vermeyerek Arjantini yıkıma sürükleyenler, böylece 10 milyar dolar vaadettikleri Türkiyeye de gerekli uyarıyı yapmış, ürk¨tücü ve terbiye edici kötü örneği göstermiş durumdalar. İMFnin kapısına iradesiz uşaklar olarak bağlananların, kırk katır mı, kırk satır mı? dayatması karşısında ABDye direnme şanslarının ne olduğunu çok geçmeden birlikte göreceğiz. Her iki durumda da 2002 yılının ülke ve emekçiler için çok daha büyük zorlukları birlikte getirdiğini şimdiden söyleyebiliriz. Birinde bölge halklarına karşı girişilecek bir savaşın ağır iç ve dış sonuçları, ötekinde ise Arjantin örneğinde olduğu gibi, açık iflasa sürüklenecek bir ülkede olayların seyrini etkilemenin ve giderek ona egemen olmanın zorlu sorumlulukları... Türkiyenin geleceğini kucaklama hazırlığı Ekonomik krizle ve sosyal yıkımla belirlenen bir yılın siyasal faturası, emperyalizmle ilişkiler ve dış politikadan öteye, iç siyasal yaşamda da ağır oldu. Krizi izleyen MGK toplantılarında üstüste sosyal patlama tehlikesine karşı önlemler görüşüldü. Bütün bir yıl boyunca devletin baskı ve terörü sistematik bir biçimde uygulandı. Emekçiler terörle yıldırılmaya, hak arama mücadelesinden alıkonulmaya çalışıldı. Faşist terörün ağır sonuçlarına her zamanki gibi en başta devrimciler hedef oldular. Terör, tutuklama, işkence, cinayet, ağır hapis cezaları, F tipi hücrelerde ağır tecrit politikası öncelikle devrimcileri, fakat onlar üzerinden asıl olarak emekçileri hedef aldı. Bu, uzun yıllardar izlenen devlet politikasının bir uzantısıydı. Bunu devam ettirmek, ağır kriz ortamında ve bir sosyal patlama tehlikesine karşı düzen bkçileri için özellikle önemliydi. Baskı, terör ve yasaklamalara rağmen, geride kalan yıl içinde de işçiler ve emekçiler hak arama mücadelelerini sürdürdüler. Fakat yılın toplam bilançosu, sendika bürokrasisinin denetimi ve hain tuzakları boşa çıkarılmadıkça sınıf ve emekçi hareketinin herhangi bir başarı şansına sahip olmadığına bir kez daha tanıklık etti. Merkezi eylemler, tantanalı Ankara yürüyüşleri bir kez daha yalnızca hava boşaltmaya, emekçilerin öfkesini dizginlemeye ve mücadele ile sonuç alınabileceğine inançlarını kırmaya yönelik olarak kullanıldı. Son on yılın ve bunun bir parçası olarak son bir yılın deneyimlerinin toplam bilançosu, bu tür bir eylem tarzının sınıf ve emekçi hareketine kurulmuş en büyük tuzaklardan biri olduğunu açıklıkla göstermektedir. Gelinen yerde komünistler ve devrimciler bu tür bir eylem çizgisinin ardından sürüklenmek yerine, tabandan ve yerelliklerden işçilerin ve emekçilerin kendi gücüne, iradesine ve öz inisiyatifine dayalı bir kitle hareketliliği geliştirmeye çalışmalıdırlar. Tüm enerji ve dikkat, tüm araç ve olanaklar bu doğrultuda seferber edilmelidir. Komünistler için değişmez hedef kitle, örgütlü ve örgütsüz kesimleriyle işçi sınıfıdır. Örgütlü kesimleri sermaye sınıfının hizmetindeki sendika çetelerinin denetiminden kurtarmak, örgütsüz kesimleri sendikalar ve başka platformlar üzerinden örgütlemek, temel önemde güncel bir görevdir. Nereden bakılırsa bakılsın, Türkiyede olayların hızlanacağı, süreçlerin daha da karmaşık bir hal alacağı bir döneme girdiğimiz kesindir. Bu dönemi kucaklamak için devrimci bir programa ve politik çizgiye sahip olmak yetmez. Bu program ve çizgi başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin örgütlü devrimci gücü üzerinden ete-kemiğe de büründürülmelidir. Bu başarılmadığı sürece, önümüzdeki dönemin karmaşık çalkantıları i&ccedl;inde geleceğe doğru yürümek gücünü ve şansını da bulamayız. Türkiyenin çürümüş reformist solu ya da giderek kötürümleşen geleneksel devrimci akımları üzerine yinelenen tespitlere burada gerek yok. Türkiyenin devrimci geleceğini hazırlamak sorumluluğu, bu sorumluluğun ağır yükü komünistlerin omuzlarındadır. Bu bir tarihi misyondur; temel ve güncel devrimci görev ve sorumluluklar bu misyon üzerinden kavranmalıdır. Bunu başarabildiği ölçüde, sol hareketin mevcut birikiminin korunması ve geleceğe hazırlık mücadelesi içinde kucaklanması da olanaklı olacaktır. |
|||||