Sendikal ihanette yeni bir aşama... İşbirlikçi burjuvaziye AB taşeronluğu! Türkiyede emekçi yığınların ezici bir çoğunluğu sendikal örgütlülükten, sigorta hakkından ve sosyal güvenceden yoksun bulunuyor. Yoksulluk sınırının üstünde bir ücret alanlar nerdeyse bir istisna oluştururken, sefalet ücreti karşılığında dahi bir iş bulamayan işşizler ordusuna hergün yenileri ekleniyor. Bunları 18-19. yüzyıllardakini aratmayan çalışma koşulları (kaba baskılar, yasaklar, dayak, küfür, hakaret...) tamamlıyor. Emperyalistlerin ve işbirlikçi tekelci sermayenin kasalarını doldurmak için iyi bir fırsat olarak yararlandıkları sonu gelmez krizlerin bütün faturası işçi ve emekçilere çıkarılıyor. Bu koşullara karşı en küçük, en sıradan bir tepki gösteren emekçiler devletin dizginsiz baskı ve terörüyle karşılaşıyorlar, vb. Kısacası, emeğiyle geçinen milyonlar için yaşam, ayakta kalmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Yıllardır daha da berbatlaşan bu tablonun olumlu yönde değişeceğine ilişkin en küçük bir düzen içi işaret bulunmuyor. İliklerine kadar sömürülen, her adımda aldatılan işçi ve emekçiler de böyle bir beklenti taşımıyorlar artık. Ama, tersinden, bu koşulları değiştirecek iradi gücü de ortaya koyamıyor, tepkilerini ve taleplerini eylemlere dönüştüremiyor, eylemlerini sürekli ve örgütlü bir düzeye çıkaramıyorlar. Yerel ve tekil direnişler devletin yasak ve baskılarını, sendikal ihanet barikatını aşma başarısını gösteremiyor çoğunlukla. Devrimci bir önderlikten-örgütlülükten yoksun çırpınışların ve hedefini bulmayan arayışların yanısıra, sendikal ihanetlerin yol açtığı umutsuzluk, geriin geriye düzen politikalarının etki alanına çekiyor işçileri ve emekçileri. Sermaye iktidarı ve partileri, tam da sınıf hareketinin bu verili açmazlarını bildikleri için aldatıcı, oyalayıcı bir takım politikalarla onların karşına çıkmakta bir sakınca görmüyorlar. Sermaye iktidarı, bir taraftan sınıfın en küçük bir kazanımının devamının geleceğini, diğer kesimlere umut ve direnme gücü aşılayacağını bildiği için mevzi direnişlere azgınca saldırıyor, gerekirse dipçik zoruyla direnişleri kırıyor, grevleri yasaklıyor, vb. Diğer taraftan ise, bu kuşatmayı, içini parlak sözler, sahte vaatler ve yanılsamalarla doldurduğu, eskilerinden farklı olmayan, ideolojik-politik saldırılarla tamamlıyor. Arayış içindeki emekçilerin önüne bu cepheden de gerici barikatlar örülüyor. Sermaye bu konuda sendika bürokratlarının hizmetinden de sonuna kadar ve en iyi biçimde yararlanıyor. Bunun son örneği ve vesilesi, uzunca br zamandır gündemde olan AB üyeliği üzerine yürütülen tartışmalardır. Sınıfa ve sınıf mücadelesine sırt çevirenler, Sermaye sınıfının bizzat kaynağını oluşturduğu sefalet tablosunu gizlemek ve çarpıtmak için çaba göstermesinde, karşı çıkışları terörle boğmasında şaşılacak bir yan yok. Kendince çözümler önermesi, işçi ve emekçileri buna ikna etmesi de sınıfsal konum ve çıkarlarının bir gereğidir. Bu açıdan sermaye tabii ki AB üyeliğini savunacak, bunu tüm ulusun çıkarları, tüm dertlerin devası, mutluluğun anahtarı, toplumsal refahın yegane kapısı olarak sunacaktır. Normal olmayan davranış, sendikaların da benzer gerekçeler ve argümanlarla AB savunuculuğuna soyunmaları, sermayeye bu konuda taşeronluk yapmalarıdır. İşçi sınıfı çıkarları temelinde politika yapmayı yasaklayan sendikaların en değme burjuva temsilcilerini aratmayan argümanlarla tartışmada ABden yana taraf olmaları, onları dolaysız biçimde sermaye çıkrlarının savunuculuğunu yapmaya kadar götürüyor. Sendikaların başına çöreklenmiş istisnasız bütün bürokratlar, AB üyeliği konusunda sermaye ile aynı tutum ve beklenti içindeler, aynı platformdan sesleniyorlar. Açık ya da örtülü biçimde üyeliğin getireceği sözde demokratik sendikal hakları AB savunuculuğunun gerekçesi olarak sunuyorlar. Sendikal ihanet şebekesinin başı Türk-İş Başkanı Bayram Meral ve liberal çağdaş sendikacılığın yeni temsilcisi DİSK, 29 Mayısta TÜSİADın verdiği AB yanlısı ilanın imzacıları arasında. Bayram Meralin sonradan yaptığı bazı itirazlarım ve kaygılarım vardı, bunlar dikkate alınmadı, kayda geçmedi sözde açıklaması esasa ilişkin bir itiraz olmadığı gibi bir ciddiyet ve samimiyet de taşımıyor. Meral, her zamanki gibi, bir nalına bir mıhına vurarak uşaklık rolünü saklamaya çalışıyor. Hak-İş, resm düzeyde şimdiye kadar açık ve net bir tutum almaktan kaçınsa da AB üyeliğine karşı ciddi bir itiraz taşımadığı gibi, getireceği nimetleri zaman zaman propaganda malzemesi olarak kullanıyor. DİSK ise, utangaç ve dolaylı bir dille de olsa, bu konuda çok daha açık ve ciddi bir rol biçmiş bulunuyor kendisine. DİSK Başkanlar Kurulu yaptığı son toplantıda AB üyeliği konudaki görüşünü resmileştirdi. Geçen hafta sonuçlanan toplantıda AB üyeliğinin destekleneceği örtülü ve dolaylı bir şekilde ifade edildi: ABnin kendisinin bir mücadele platformu olduğu ve bir parçası olduğumuz Avrupa sendikal hareketinin bu mücadelede sosyal ve siyasal hakların daha da geliştirilmesini savunduğu gerçeğinden hareketle Konfederasyonumuz, Avrupa sendikal örgütleriyle sosyal Avrupa mücadelesinde bütünleşmek, adaylık sürecine bu doğrultuda müdahale etmek yönünde politikalarını sürdürecektir ". Yani onlar, kaçınılmaz bir olgu olarak gördükleri emperyalist Avrupa Birliği ve üyelik sürecine cepheden bir tutum almıyorlar, buna ihtiyaç duymuyorlar. Mümkün olduğunca emperyalist birliği sosyalleştirme rolü biçiyorlar kendilerine. Sömürü ve zorbalığın esas nedeni olan bir sistemi, emperyalizmi sosyalleştirme rolüdür bahsedilen. Temel dayanaklarına ve esaslarına dokunmaksızın emperyalist bir platformu (Avrupa Birliği) sosyalleştirme görevi, ona doğrudan hizmet etmekten daha kötü, daha utanç verici bir roldür. Açıkça, gerçek sınıf çatışmasının üstünü sosyal bir şalla örtmektir bunun anlamı. Düne kadar bunu emperyalist, faşist iktidarlar bizzat kendileri yapıyor, bu amaçla sendikalar vb. örgütler kuruyor, kurulu olanları bu amaç için kullanıyor, bu alanda muaazam bir propaganda yürütüyorlardı. Artık buna gerek duymuyorlar. Gerçek yüzleriyle dosdoğru ortaya çıkıyorlar. Kendi ülkerindeki işçi ve emekçilere de aynı pervasızlıkla saldırıyorlar. Zira düne kadar kendilerini zora sokan sosyalizmin basıncını hissetmiyorlar artık. Şimdi bu görevi, bir parçası oldukları Avrupalı sendikal örgütlerle bütünleşmek, sosyal Avrupa söylemleriyle yeni liberal gönüllüler alıyor. Dikkat edilsin; tarif edilen görev, emperyalist-kapitalist sömürü sisteminde işçi ve emekçilere yönelen saldırıları püskürtmek, emekçi yığınların iktisadi, sosyal ve demokratik haklar mücadelesini vermek değil, daha sosyal bir Avrupa yaratmaktır. Daha sosyal bir emperyalizm de denebilir buna. Sınıfın geleceğini, demokratik, sendikal hak ve özgürlükler mücadelesini işte bu sosyal Avrupa demagojisi içine gömmeye çalışıyorlar DİSK bürokratları. AB, işçilere, emekçilere ve ezilen halklara Sosyal Avrupanın ne olduğunu bizzat orada yaşayan işçi ve emekçiler hergün yeni bir saldırıya maruz kalarak görüyorlar. Türkiye işçi sınıfıyla kıyaslanmaz ölçülerde hak ve özgürlüklere, yaşam ve çalışma koşullarına sahip olmalarına rağmen, Avrupalı işçiler, sosyal bir Avrupa için değil, küreselleşme adıyla sürdürülen emperyalizme karşı hak ve özgürlükler mücadelesi yürütüyorlar. Emperyalist küreselleşmeye hayır! nerdeyse her ülkede en çok atılan, en öne çıkan temel bir slogan durumunda. Çünkü AB süreci hiç de vaadedildiği gibi, işçi sınıfına yeni haklar getirmedi, getirmiyor. Tersinden, birlik süreci boyunca varolanlar gaspedilmeye çalışıldı, çalışılıyor. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, sosyal harcamalarda kısınıya gidilmesi, sosyal kazanımların parça parça budanması, esnek üretim saldırısı, sendikalaşma oranının düşmesi, işşizliğin hızla büyümesi, eğitimin paralı hale getirilmesi, sosyal Avrupa Birliği sürecinin sınıfa yüklediği faturalar zinciridir. Bunu siyasal planda demokratik hakların gaspı, polis devleti uygulamalarının yaygınlaştırılması, yabancı düşmanlığının resmi politika olarak ve ırkçılığın is alttan alta körüklenmesi tamamlıyor. Aynı politikanın uluslararası yansıması ise militarizm, saldırganlık ve savaş oluyor. Yugoslavyanın parçalanması ve yıkıma uğratılmasında emperyalist Avrupa vardı. Afganistan savaşında da o vardı ve yeni emperyalist saldırılarda da yine o olacak. İşte tekellerin emperyalist Avrupasının gerçek yüzü ve tablosu! Kaldı ki, Türkiyedeki sendikalar ve sendikal mücadele adına emperyalizme bağımlılığı artıracak bir birliğe hayır demek için fazladan ciddi gerekçeler var ortada. Kuşkusuz ki, bunlar birilerinin gerici bir platforma malzeme olarak kullanmaya çalıştığı gibi saf ulusal değil, sınıfsal bir içeriğe sahip çıkar ve gerekçelerdir. Buna rağmen, bazılarının sosyal bir kılıf giydirip emperyalist ABye evet demek için başka ne gibi gerekçeler olabilir diye sormasına gerek yok. Birileri, DİSKin ifade etmekten kaçındığı bu gerekçeleri daha tutarlı bir platform olarak çoktandır zaten ifade ediyor. En kaba ve genel hattıyla bu yönelişin arkasında iç dinamiklerden, sınıftan ve sınıf mücadelesinden umudunu yitirmiş, burjuva siyaset alanına boylu boyunca batmış liberal bir siyasal ve sendikal anlayış var. Nasıl ki, tekelci burjuvazi ABne girmezsek biteriz, batarız; tek kurtuluş AB vb. diyorsa, utangaç liberal sendikal bürokratları da sendikal bir takım hakların ancak AB üyeliğiyle gelişip yerleşeceğini savunuyor. Bu konuda sendikaları ikircimli davranmakla suçlayan Kristal-İş Sendikası Eğitim Müdürü Aziz Çelik, sendikaların niçin AB üyeliği konusunda aktif bir taraf olması gerektiğini şöyle açıklıyor: AB sürecinin sendikalar ve çalışanlar açısından yaratacağı olanaklar yeterince irdelenmemekte, ABnin müktesabatında sendika/sosyal haklar açısından önemli bir yenilik olmadığı, AB üyeliğinin çalışanlara bir yararı olmayacağı gibi hatalı değerlendirmeler yapılmaktadır.
Oysa AB süreci sendikalara önemli olanaklar ve hareket alanları yaratır; sendikalar bu olanakları aktif bir biçimde değerlendirmelidir. AB normları, AB uygulamaları ve AB süreci belgeleri bunun kanıtlarıyla doludur.
Türkiyenin Avrupa Birliği üyeliği genel olarak ülkenin demokratikleşmesi standartlarını yükselteceği ve ekonomik gelişme olanaklarını artıracağı için sendikalar tarafından aktif biçimde desteklenmelidir. (Radikal, 18 Haziran 2002) Bu aynı zat, birkaç ay önce kaleme aldığı bir başka yazısında, sınıfsal gerçekleri altüst eden bir başka tespit daha yapıyordu. Ona göre, Türkiyede sendikal alanda ve çalışma yaşamında iki kriter, iki farklı sınıfsal tutum var. İkinci kriter AB kriteridir ve sendikalaşmanın, sigortalı çalışmanın görece daha yaygın olduğu büyük işletmelerde tam olmasa da uygulanmaya çalışılmaktadır. Doğal olarak büyük işletme sahibi tekelci burjuvazi, bu haklara saygılı davranmaktadır. Bu aynı kesim, bu hakların AB üyeliğiyle daha da geliştirilmesinin önünde bir engel oluşturmadığı gibi, bunu politik olarak desteklemektedir. Özetle, tekelci burjuvazi daha özgürlükçü ve ilericidir demeye getiriyor bay Çelik. Gerçekten öyle mi? Kapitalizmin abcsini bilmeyen bir emekçi insan için bile bizzat yaşam deneyimleriyle yeterince aşikar olan bir gerçekliğin bu şekilde çarpıtılması ihtiyacı nerden geliyor? Orta burjuvazinin kendi sınıfsal konumundan ötürü sendikalaşmaya, sosyal haklara daha fazla tahammülsüz olduğu söylenebilir. Zira, tekelci egemenliğin hüküm sürdüğü koşullarda bu kesimin rekabet gücü sınırlıdır. Pazarı dar, yatırım olanakları zayıftır, her iki açıdan da tekellere bağımlıdır ve onların keyfi baskısı altındadır. Aynı nedenlerle krizlere karşı da daha dayanaksızdır. Daha geri bir teknolojiyle daha emek yoğun bir üretim yapmaktadır. Bu nedenle daha fazla sömürerek ayakta durmaya çalışır. Fakat bu duruma yaslanarak tekelci burjuvazinin bu konularda daha hoşgörülü, daha tavizkar olduğunun iddia etmenin hiçbir bilimsel ve pratik dayanağı yoktur. Aksine, devlet de dahil bütün olanaklarını daha fazla sömürü ve baskı için pervasızca kullanan, temel hak ve özgürlüklerin önüne engel olarak çıkan tekelci burjuvazinin bizzat kendisidir. Bu konuda geçmişten bugüne kadar çıkarılan sendikalar ve çalışma yaşamına ilişkin yasalara ve bir takım fiili uygulamalara bakmak bile yeterlidir. Bunun için sosyal yıkım programlarının arkasındaki güçlere bakmak yeterlidir. Bunun için şu sıralar gündeme getirilerek kotarılmaya çalışılan ve yasalaştırılabirse bir dizi temel kazanımla birlikte bizzat sendikaları işlevsizleştirip öldürecek esnek üretim saldırısının arkasındaki gerçek güçlere bakmak yeterlidir. Bırakalım daha hoşgörülü olmayı, tekelci burjuvazi işine gelmediğinde kendi eliyle hazırladığı yasaları bile çoğunlukla ihlal etmektedir. Bir günde Bakanlar Kurulundan grev yasakları çıkartıp, sendikaları işlemez hale getirmekte, o da yetmezse kolluk kuvvetiyle direnişleri bastırmaktadır. Sabancının, Koçun vb., bu silahlara başvurmadığı bir TİS süreci var mıdır? Bunlar ortadayken, tekelci burjuvaziye ve emperyalist ABye övgüler düzmek, sınıfı bu platformun kuyruğuna takmaya çabalamak için, ya yeminli bir burjuva ajanı ya da sınıftan bütün umudunu kesmiş bir teslimiyetçi, gerçekte sınıf işbirlikçisi bir sahte işçi dostu olmak gerekir. Demokratik-sendikal hak ve özgürlükler için Sonuç olarak; sendikal bürokrasinin açık ya da örtülü biçimde ileriye sürdüğü iddiaya göre, Türkiyede emekçi sınıflar sendikal ve demokratik bir takım haklarını ancak AB üyeliği durumunda geliştirip güvenceye alabilirler. AB normları bu açıdan son derece yararlı olanaklar ve sınıf lehine bir takım yaptırımlar içermektedir. Doğal olarak buradan, AB üyesi olmak sınıfın-sendikaların çıkarınadır, bu yönde bir tercihte bulunmak ve böyle davranmak gerekir sonucuna varılıyor. Kuşkusuz bu sonuca çıkmak için, somut olgular görmezlikten geliniyor, tarihsel deneyimlerle doğrulanmış gerçekler çarpıtılıyor. Bunlara burada girmeye gerek yok. Avrupa işçi sınıfının son yıllarda uğradığı sistematik ve çok yönlü saldırılar ve uğradığı ağır hak kayıpları ortada. Kendi ülkesinde işçi sınıfının büyük mücadeleler vererek kazandıkları hakları elinden almaya çalışan emperyalist sömürücülerin kendilerine kölece bağladıkları ülkelerin emekçilerine niçin, nasıl hak ve özgürlük bahşedeceği ise ayrı bir soru. Emperyalizmin, sermayenin gerici, hak ve özgürlük düşmanı yüzünü görmek için geçmişten kanıtlar sunmaya da gerek yok. Emperyalist saldırganlık dizginsiz biçimde sürüyor ve Koreden Arjantine, Somaliden Endonezyaya, Afrikadan Balkanlara, Afganistandan Peruya kadar bütün emekçi dünya halkları bunun acı sonuçlarını yaşyorlar. Yaşamakla kalmıyor, mücadele de ediyorlar. Burjuvaziyi ve burjuvazi üzerinden AByi parlatarak kafa karıştırmaya, ihanet tohumları ekmeye çalışanlar başarılı olamayacaklardır. Mesele bu yönüyle tartışılmaya değmeyecek bir açıklık taşıyor. Açıklık kazandırılması gereken asıl mesele, bu uğursuz rolü oynayan sendika bürokratlarının sınıf uzlaşmacılığını da aşan tutumlarla burjuva platformlarda sınıf adına politika yapmaya devam etme cüreti göstermeleridir. Sınıfla her türlü bağlarını koparmalarına rağmen sınıf ve sendikalar adına konuşmaları ve sendikaları işgal etmeleridir. AB tartışmaları işin bu yönündeki görevlerine de farklı bir cepheden ışık tutmaktadır. Gelinen yerde tartışmada ara bir tutum almak mümkün değildir. Ya burjuvazinin ve emperyalistlerin safında yer alınır ya da işçi sınıfının devrimci çıkarları savunulur. Ara bir tutum alarak durumu bir süre idare edenlerin niçin bu sınırda durmayı başaramayıp kraldan daha çok kralcı kesildikleri, ancak işçi sınıfının tarihsel sınıf çıkarlarından bakarak anlaşılabilir. Bugün bu çıkarlar doğrultusunda sınıfın politik önderlik ihtiyacını karşılamak sendikal cephede de yeni bir arınmanın ve saflaşmanın önünü açacaktır. Yeni bir canlanma evresinde olan işçi sınıfının devrimci öncüleri, sınıf içindeki bu burjuva liberallerini defetmek, sendikaları kötürümleştiren bürokratik kastı parçalamak görev ve sorumluluğuyla hareket etmelidirler. |
|||||