Bir süre önce kavurucu sıcak haberlerini izler ve okurduk. Şimdilerde ise onları aşan bir tarzda şiddetli yağış ve bu yağışların doğurduğu vahim sonuçlar haber oluyor. Ülkenin kuzey ve doğu taraflarında şiddetli yağışlar söz konusu iken, batı ve güney taraflarında yazın en sıcak günleri yaşanıyor. Burada öncelikle şunu söylemeliyiz, bu tür yaz afetleri aynı düzeylerde olmasa da tekrarlanır oldu. Kaldı ki bu tür afetler yalnız yazın değil kışın da yaşanıyor. Sonuçları daha öne çıkaran, çarpıcı kılan, bu olayların yazın sıcak günlerinde yaşanmaları. Yazların diğer bir tabii afeti olarak kuraklığı saymak gerekir. Yani aynı ülke içerisindeki birbirinin zıttı sayılabilecek iki tabii afeti aynı anda yaşıyoruz. Bir tarafta şiddetli yağışlar ve bunların yolaçtığı sel, heyelan ve yıldırım çarpmaları; diğer tarafta susuzluktan çatlayan topraklar. Tüm bu söylenenlerden çıkarılacak sonuç, kuraklığın ve şiddetli yağışın yolaçtığı felaketlerin kader olmadığıdır. Doğal felaketlerin hemen hepsi gerekli önlemler alınırsa önlenebilir veya zararları en aza indirgenebilir. Bunlar kader değildir. Halk bunu deprem örneğinden biliyor. Nasıl ki gerçekte deprem değil çürük ve çarpık yapılaşma öldürüyorsa, aynı gerçeklik son yaşananlarda da karşımıza çıkıyor. Rizeyi örnek alalım. Bu bölgenin yapısı itibarıyla heyelana elverişli olduğu, çok yağış almasının bunu kolaylaştırdığı biliniyor. Peki Rizede yaşanan heyelanların sayısını bilen var mı? Ya bunların yarattığı can kaybını? Rize, değil Türkiyenin, dünyanın en çok yağış alan yerlerinden biri. Böyle bir yerde derelerin taşabileceği önceden tahmin edilemez mi? Buna rağmen aşırı yağışlar yaşandığında sonuç bir felaket oluyor. Üstelik can kaybı, bir önceki felaketin birkaç katı oluyor. Bu, arada gerekli önlemlerin alınmadığı anlamına gelmiyor mu? Bu ölen öldü, kalan sağlar bizimdir mantığı değil mi? Bu durumda birini atlattıktan sonra bir sonrakini beklemiş olmuyor muyuz? Aynen deprem örneğinde yaşadığımız gibi, 17 Ağustos depreminde onbinlerce can verdik. İnsanlarımız hala &ccedl;adırlarda yaşıyorlar kaç kıştır. Şimdi ise önümüzdeki 30 yıl içerisinde gerçekleşecek olan Marmara depremini beklemekteyiz. Arada alevlenen tartışmaların dışında yapılan bir şey yok esasa ilişkin. Ceset torbaları siparişi aslında gerçekliğin çarpıcı bir göstergesidir. Burada önemli bir tespitte bulunmanın eşiğine gelmiş bulunuyoruz; yaşadığımız felaketler ve bunların yarattığı sonuçlarla ülke gerçekliğimiz arasında çok sıkı bir bağ vardır. Çünkü bu devlet yıllardır Bakü-Ceyhan boru hattının peşinden koşmakta, uzak uzak ülkelerden borularla (üstelik de deniz altından) doğalgaz taşımakta... Ama kendi sınırları içerisindeki bir köye su götür(e)memektedir. Ya da şiddetli yağışların süregelen bir tarzda yarattığı felaketleri önle(ye)memektedir. Gerçekliğin bir diğer tarafı da yatırım yapılan yerlerdir. Örneğin İstanbul... İstanbulda her daim çalışma vardır. Yollar yapılır, bozulur yeniden yapılır. Borular yeniden döşenir. Fakat ne hikmetse bir damla yağmur İstanbulun trafiğini hallaç pamuğuna çevirir. Sağanak yağışlar sele dönüşerek maddi hasara neden olur. Yani alt yapı hizmeti ya götürülmemekte ya da götürülen alanlarda sağlıklı bir alt yapı döşenmemektedir. Çünkü burada kapitalizmin kârı amaç edinmiş mantığı devreye girmektedir. İlgili alt yapı hizmetini üstlenen müteahhit en iyi ve en yararlıyı yapmak yerine en kârlıyı düşünürken tam anlamıyla iyi bir sonuç beklemek mümkün olabilir mi? Kâr sadece müteahhatin değil, bilindiği gibi kapitalizmin genel mantığıdır. Elbetteki kapitalist üretim için belli alt yapılar gerekli ve zorunludur. Kapitalistlerin kendi yaşamları için de bu böyledir. Fakat ya emekçiler? Emekçiler sözkonusu olduğunda kepçe yerine çay kaşığı kullanılır, deyim yerindeyse. Yine İstanbuldan örnek verelim. Dünyanın en büyük metropollerinden olduğu söylenen ve bununla övünen İstanbuldan!.. Bu kentte alt yapı sorunu gerçekte hala çözülmemiştir. Fakat sınıfsal eşitsizlik kendini burada çok açık ortaya koyuyor. Emekçi semtleri ile burjuva semtlerin altyapı durumları arasında dağlar kadar fark vardır. Ya da bütün alt yapı hizmetlerinden yararlanan bir fabrikanın dibinde alt yapıdan yoksun gecekondu örnekleri az mıdır? Üstelik varıp baksanız, o gecekonduda oturanların büyük çoğunluğunun o fabrikada işçi olduğunu görürsünüz. Sözü daha da uzatmak mümkün ama bilinir ve bilinmelidir, kapitalistler düzeninde burjuvaziden olmayan can değersizdir. Böyle onmilyonlarca can olduğuna göre burada bir avuç asalağın milyonları sömürdüğü gerçekliğine varıyoruz. Bu gerçekliğin değiştirilmesi mücadelesi, yeniden ve yeniden nice canlarımızın yitirilmesinin önlenmesi mücadelesinden ayrı değildir. |
|||||