Herşeye rağmen 2003e umutla girdik, bunun için çok sayıda nedenimiz var. Ama bu, işimizin kolay olduğu, dünyamızın ve özellikle bölgemizin üzerinde karabulutların dolaşmadığı anlamına gelmiyor. Emperyalist savaş bulutları Ortadoğu üzerinde gün geçtikçe biraz daha çoğalıyor, yoğunlaşıyor... Belli ki 2003e damgasını vuracak olan da bu emperyalist hegemonya ve Ortadoğuyu savaş ve askeri işgal temelinde yeniden biçimlendirme stratejisi olacaktır. Dolayısıyla bölgemiz, Türkiye ve Kürdistandaki gelişmeleri anlayabilmek ve doğru, tutarlı ve sağlıklı bir duruşa sahip olabilmek için bu savaş gerçekliğini bütün boyutlarıyla kavramak gerekiyor. Bu emperyalist savaş gerçekliği kavranmadan sağlıklı ve ilkeli bir duruş sahibi olmak mümkün değildir. Ortadoğu: Savaş, emperyalist hesaplar ve direniş 2002 yılı içinde Ortadoğudaki gelişmelere ve yönelimlere damgasını vuran genel olarak ABDnin Iraka savaş politikası oldu. Bütün devletler, güçler ve politik çevreler kendilerini bu olasılığa göre hazırlamaya, konumlarını buna göre biçimlendirmeye ve tutumlarını buna göre almaya çalıştılar. ABD, Irakı işgal etme, bu işgali bütün bölgeye yayma ve askeri güç ve zorbalık temelinde bütün bölgeye ve giderek dünyaya boyun eğdirme kararındaydı ve tüm bölge devletlerinin de bu plana etkin bir biçimde destek vermesini istiyordu. İşbirlikçi Arap devletleri bu plana destek vermek istiyor, ama bu sürecin kendilerine neler getirip götüreceğini kestiremiyor, dolayısıyla anılan saldırı planına görüntüde biraz soğuk bakıyorlardı. Kuşkusuz belli kaygıları ve itirazları vardı, sonu belirsiz bir serüvenin iktidarlarına ne gibi bir fatura kestireceğini tahmin etmekte güçlük çekiyorlardı. Daha da önemlisi, işgale hazırlanılan ülke bir Arap ülkesi ve bundan dolayı işgal ve hegemonya savaşının Arap halklarında ciddi tepkilere yol açacağını da biliyorlardı. Dolayısıyla ABD planına görüntüde biraz soğuk ve mesafeli bakmayı zorunlu gördüler. Ancak esasta bu planı etkin bir biçimde desteklemekten başka bir seçeneklerinin de olmadığını çok iyi biliyorlardı. Örneğin Suudi Krallığının ABDnin saldırı planlarına etkin bir biçimde katılmaktan başka bir seçeneği yoktur. Körfez Savaşından bu yana ABDnin askeri gücü bu ülkede konumlanmış bulunuyor, dahası Suudi Krallığının varlığı ABDnin kendisine sağladığı çok yönlü korumaya bağlıydı. Öte yandan bazı kaygıları da vardı. Bir ABD işgalinin ve bu temelde yeniden biçimlendirilecek bölge egemenliğinin kendi saltanatları için neler getirip götüreceğini tam kestiremiyordu. Aynı değerlendirme Kuveyt ve Arap Emirlikleri için de yapılabilir. Şimdiden açığa çıktığı gibi, Suudi Krallığı, Kuveyt ve Arap Emirlikleri ABDnin temel saldırı üssü, savaşın en temel odak noktası olacaklardır. Şimdiye dek yapılan askeri yığınağın en büyük bölümü bu cephededir. Benzer veya buna yakın bir değerlendirme de Ürdün ve Mısır için yapılabilir. Ürdünün diğer bir saldırı üssü olacağı, bir cephenin de Ürdünden açılacağı basında açık bir biçimde yazılıp çizilmektedir. Mısırın savaş istemediği biçimindeki görüntüsüne ise aldanmamak gerekir. Bu ülke de içteki muhalefet korkusuna ve baskısına rağmen bu hegemonya savaşında ABDnin yanında yer alacaktır. İran, ABDnin saldırı hedeflerinden biridir. Uzun yıllardır kuşatma, tecrit ve teslim alma stratejisine muhatap olmasına rağmen geliştirdiği denge ilişkileri sonucu bu stratejiye teslim olmuş değildir. Irakın işgalinden sonra, Afganistan ve Irak parantezinde yeni saldırı ve teslim alma ya da bir işgal hareketiyle etkisizleştirilme planıyla karşı karşıyadır. Bölgeye tam egemen olmak, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya kaynaklarını tam denetlemek bakımından İran ABD için çok önemli bir engel oluşturmaktadır. Bu nedenle Irak savaşının diğer bir hedefinin de İran olduğunu söylemek bir kehanet olmayacaktır. Suriye için de aşağı yukarı aynı değerlendirme yapılabilir. Fakat Suriye öteden beri ABD politikalarıyla uyumlu bir çizgi içinde olmaya özen gösteriyor. Öte yandan İsrail için bir tehdit olarak değerlendiriliyor. Lübnandaki varlığı ve konumu da önemli bir sorun olarak görülüyor. Daha da önemlisi, bölgede ABD ve İsrail ile uyumlu ve yeni hegemonya konseptine tamı tamına oturan yeniden düzenlenmiş rejimler tasarlandığı bir gerçektir. Dolayısıyla ABDnin Suriyeyi de yeniden biçimlendirme yönelimine gireceği kesin gibidir. Ancak bunun nasıl ve hangi yöntemlerle yapılacağı, zamanlamasının nasıl olacağı noktaları henüz netliğe kavuşmuş değildir. Kuşkusuz Ortadoğunun yeniden biçimlendirilmesinde İsrail temel taşlardan biri olarak düşünülmektedir. Bugüne kadar Filistinde yürütülen işgal, zorbalık, katliam ve teslim alma hareketi anılan genel stratejinin önemli bir parçası konumundadır. Hesapları Filistin direnişini kırmak, Arafat eliyle varlıklarını ve stratejilerini Filistinlilere kabul ettirmekti. İsrail sopası olacak bir özerk yönetim planlamışlardı. Ancak Filistin direnişi bu politikayı ve beklentiyi boşa çıkardı. Arafatı da aşan, hatta onu bile belli bir direniş hattına çeken bir düzey kazandı. Filistinde direnişin tüm vahşi saldırı ve zorbalıklara rağmen teslim alınamaması İsraili ve onun üzerinden ABDyi zorladı. Filistin direnişinin varlığı, diğer halkların direnişleri için de bir esin ve moral kaynağı olma potansiyelini taşıması önemlidir. Önemlidir ç&uul;nkü, bölgemizi işgal ve savaş temelinde yeniden biçimlendirmek ve tam denetim altına almak isteyen ABD stratejisini boşa çıkaracak temel etken, bu gibi direnişlerin çoğaltılması ve bölgesel, giderek uluslararası çapta koordineli bir düzey kazanabilmesidir. Farklı eğilimlerde de olsa, tutarlılık ve dayanıklılık düzeyi tartışmalı da olsa, bölgemizde ve dünyada emperyalist savaş karşıtı seslerin yükselmesi ve çoğaması, bunların kendi aralarında koordine olma istemlerini ve arayışlarını dillendirmeleri umut vericidir... 2002 Filistin halkı için çok zor ve kanlı geçen bir yıl oldu. Ama her düzeyde direnişini sürdürdü, 2003e de direnişle girdi. Irak savaşıyla birlikte çok daha zor ve kanlı günlerin kendisini beklediği açıktır. Türkiye: Yeni hükümetle kalınan yerden devam Türkiye yeni bir hükümetle, ciddi siyasal, diplomatik ve ekonomik sorunlarla 2003 yılına girdi. Yaşanan ekonomik ve toplumsal kriz ve bunun halk kitlelerinde yarattığı büyük tepkiler, seçimlerde meclisteki hemen hemen bütün partileri sandığa gömdü. İslamcı bir kökene ve kadrolara sahip AKP, 3 Kasım seçimlerinde seçim yasasının sağladığı ek avantajla ezici bir üstünlük yakaladı ve yeni hükümeti kurdu. Aslında çizgisiyle, ekonomik ve sosyal programıyla, iç ve dış politika hattıyla diğer düzen partilerinden bir farkı olmamasına rağmen, demagojik bir söylem ve aldatıcı bir imajla kitlelerin oluşan tepkisini oya çevirmesini bildi. Oysa AKP, açıkladığı ve izlediği programı ve siyaset çizgisiyle herhangi bir cumhuriyet hükümetinden farklı olmadığını, hatta sayısız zaafı içinde taşıdığını daha şimdiden göstermiş ve kanıtlamıştır. Genelkurmay ve MGK karşısında zavallıları oynamakta, önlerine konulan her kararı ve politikayı onaylamakta tereddüt etmemektedir. Ekonomi politikada dizginlerin İMFde olmaya devam edeceği bir-iki aylık icraatlarıyla kanıtlanmıştır. Demokratikleşme konusundaki sözlerinin sadece bir aldatmaca olduğu Meclise sunulan ve geçirilen paketlerden rahatlıkla anlaşılmaktadır. Kürt sorununda geleneksel inkarcı ve imhacı devlet çizgisinin çok daha katı uygulayıcıları olduklarını çok geçmeden göstermişlerdir. Bunu Kürt sorunu yoktur biçiminde özetlemektedirler. Öte yandan AKP hükümeti, resmi devlet çizgisinin bir gereği olarak Amerikancı bir politika gütmektedir. Bölgeye dönük emperyalist savaşta daha etkin yer almak, daha fazla pay elde etmek ve kendisi için doğabilecek olası olumsuz etkilerden en az etkilenmek için, çok yönlü bir pazarlık ve yoğun bir hazırlık içindedir. (Irak Savaşı, ABD ve TC konusu daha geniş ve ayrıntılı bir değerlendirmeyi gerektiriyor. Ortaya çıkan son veriler ve gelişmeler ışığında bunun değerlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz. O nedenle bu alt başlığı geçiyoruz.) TCnin durumunu, iç ve dış çelişkilerini, iç ve dış politikasını, ekonomik durumunu Irak savaşının gelişim seyri, TCnin bu savaşta aldığı tutum ve konum, savaşta ortaya çıkabilecek gelişmeler ve etkenler büyük ölçüde etkileyecektir. Bu anlamda 2003 planlarını savaşa göre, onun karmaşık, çelişik boyutlarına göre yapmaktadır. AB, Kıbrıs ve diğer dış politika konuları bundan sonra gelmekte veya buna göre uyarlanmaktadır. AKP, AB üyeliği konusunda daha somut kazanımlar elde etmek için diplomatik bir atak geliştirmesine rağmen bunda pek başarılı olamadı. Çünkü bu konu salt TC ile AB arasında bir sorun değildi; bununla birlikte ABDnin AB karşısında daha çok güç kazanma, en yakın stratejik ortağı üzerinden avantaj elde etme boyutları olan bir konuydu. Bu konudaki çelişkiler bundan sonra derinleşerek devam etme eğilimindedir ve TCnin AB politikalarını etkileyecektir. Kitlelerde savaş karşıtlığı TC, ABD stratejisi doğrultusunda savaşa katılma ve daha fazla pay kapma ve en az düzeyde olumsuz olarak etkilenme çabalarını yoğunlaştırırken, buna karşılık halkın genel eğilimi savaş karşıtlığı biçiminde ortaya çıkmaktadır. Yapılan anketlere göre halkın ezici çoğunluğu ABDnin Irak saldırısını ve savaşını onaylamamakta ve karşı olduğunu açıklamaktadır. Bu genel eğilim birçok kurum, kuruluş ve çevrenin yaptıkları açıklamalarda, gerçekleştirilen kitlesel eylemlerde de görülmektedir. Bu durum genel olarak olumludur, ancak TCnin Amerikancı çizgisini etkileme ve bunun önünde barikat oluşturma olanağından ve gücünden yoksundur. Kuşkusuz bunun çok önemli nedenleri var. Ama en önemli nedenini, bütün bu savaş karşıtı eğilim ve tutumların genel bir devrimci perspektiften yoksun, parçalı ve örgütsüz oluşudur. Savaş karşıtlığı, anti-emperyalist bir çizgiye ve düzene karşı devrimci bir perspektife bağlandığı ölçüde anlam kazanır ve siyasal bir basınç yapabilir. Tersi durumda etkisiz ve söz düzeyinden öte bir siyasal anlam ifade etmeyeceği kesindir... Aslında bu genel savaş karşıtlığı eğilimi sol açısından değerlendirilmesi ve örgütlenmesi gereken bir alandır. Ama sol, bunu başarabilir mi? Mevcut durumuyla çok zor... Sol harekette tasfiyecilik 2002 yılı Türkiye sol hareketi açısından tasfiyeciliğin bütün sonuçlarıyla açığa çıktığı bir yıl oldu. Bu noktada seçimler açığa çıkarıcı ve netleştirici bir işlev gördü. Bir iki parti ve grubun dışında solun devrimci ve reformist kanatlarıyla erime ve tasfiye olma süreci hızla mantıki sonucuna gitmektedir. Özellikle İmralı Partisi KADEKe yamanma, siyasal varlık olmayı o zeminde arama çabaları, tam anlamıyla bir iflası ve kimlik yitimini anlatmaktadır. İmralı Partisi ile solun bu tarzda buluşması rastlantı mı? Peki İmralı ile buluşan solun iflah olması ve kendini aşması, kendi içinde devrimci bir yenilenme hareketini geliştirmesi olanaklı mı? Hayır! Nasıl ki KADEK, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi açısından düzene teslimiyetin, tasfiyeciliğin ve ihanetin adı ise; bu, nasıl ki bir dönemin sonunu anlatıyorsa, aynı biçimde İmralı buluşması da sol için bir iflasın belgelenmesidir! Kuşkusuz böyle bir iflasla ve kimlik yitimi ile 2003 yılına girmek, paradoksal olarak, Türkiye devrimci hareketinin kendini toparlaması ve devrimci ilkeler temelinde kendini aşması açısından bir avantaj olarak değerlendirilmelidir. Elbette burada sözümüz devrimci çizgideki hareketler içindir! Ama savaş bulutlarının toplandığı, TCnin bu savaş içinde en etkili bir konum yakalamak için çabaladığı günümüz koşullarında genelde solun politik açıdan en etkisiz ve zayıf günlerini yaşaması çok büyük bir talihsizliktir. Kuşkusuz içine girdiğimiz yıl ve yaşamakta olduğumuz günler çok önemli çelişkilere ve mücadelelere konu olmaya adaydır; bu, tuzaklar kadar toparlanma ve yükselişe geçme olanaklarını da sunacaktır. Sorun bunu kavramakta ve gereklerini yerine getirmekte düğümleniyor... 2002 yılında Kürdistanda da önemli gelişmeler yaşandı. 2003 yılı ise Kürdistanın kaderi ve geleceği üzerinde çok önemli etkide bulunacak gelişmelere gebe... Bundan sonraki yazımızda bu önemli konuya değinmeye çalışacağız... PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları |
|||||