Trakya’da Fortuna’nın üzerinden
80 yıl geçti
Türkiye’de sermaye devletinin halklara yönelik kirli icraatlarından biri de 1934’te Trakyalı Yahudi halka yönelik gerçekleştirilen saldırılar oldu. Tarihe “Trakya Olayları” olarak geçen saldırıları, Türkiye’deki Yahudiler, “Fortuna” olarak olarak adlandırdı. Fortuna ile birlikte Kemalist rejimin saldırıların başlamasından az bir süre önce ilan ettiği, İskan Kanunu, Trakya’da fiili bir şekilde hayata geçirilmeye çalışıldı. Avrupa’daki faşist önderlerin Kemalizme öykündükleri gibi Kemalistler de yükselen faşizm karşısında onu örnek alan icraatlara imza atacaklardı. Bu icraatların tarihe geçen acılı örneklerinden biri de Trakya’da yaşanan anti-semitik saldırılar oldu.
Avrupa’da özellikle Naziler’in iktidara gelmesi ile birlikte zirveye tırmanan Anti-semitizm / Yahudi düşmalığı, birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de kendisine hatırı sayılır nicelikte taraftar buldu. Başta Nihal Atsız olmak üzere Cevat Rifat Atilhan, Mustafa Nermi, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç ve Cemal Nadir gibi yazarlar, Türkiye’de anti-semitizmin bayraktarlığını üstlendiler ve yayınlarında sistematik bir biçimde Yahudileri karalayan ve aşağılayan yazılar kaleme aldılar. Irkçı-Turancı ideolojiye sahip bu yazarlar, yazılarında Naziler’in, Yahudiler’i yok etmeye yönelik faaliyetlerini selamladıkları gibi benzerlerinin de Trakya Yahudileri’ne yapılması önerilerinde bulundular. Yahudi düşmanlığı sadece Turancılara has da değildi. Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi rejimi soldan teorize etmeye çalışan kalemler de geçmiş yıllarda (Elza Niyego Olayı) ‘kanunsuz’ Yahudiler üzerinde kurulan baskıyı selamladı. Dönemin anti-semitik söylemine örnek olarak, Nihal Atsız’ın Orhun dergisinde kaleme aldığı bir yazıda şu ifadeler geçiyor: “Onlara yapılacak ihtar şudur: Hadlerini bilsinler. Sonra biz kızarsak Almanlar gibi Yahudileri imha etmekle kalmaz, daha ileri giderek onları korkuturuz. Mâlûm ya ataların sözüne göre Yahudiyi öldürmektense korkutmak yektir.”
Irkçı-faşist yayınlar ile birlikte Kemalist rejimin tekçi ulus anlayışı da Yahudiler’e yönelik saldırıların başlıca unsuru oldu. Türkler dışındaki diğer halklar gibi Yahudiler de tek dil zulmünden nasibini aldı. Gayrımüslimler içerisinde rejime en sadık unsur olan Yahudiler, diğer azınlıklar gibi resmi kurum ve kuruluşlarda çalıştırılmadı.
Kemalizm, önceli İttihat ve Terakki’nin gayrimüslim düşmanlığını olduğu gibi devralarak, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren azınlıkları “ulusal egemenliğe” başlıca tehdit olarak gördü. Ermeni Soykırımı’na benzer bir şekilde 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na yaklaşıldığı sırada, özellikle de Türkiye toprakları faşist İtalya tarafından fetih hedefleri arasında yer alması ile birlikte stratejik olarak önemli bir yerde ikamet eden Yahudi halkın, Trakya’dan çıkarılması uygun görülür. Yahudiler’in, Yahudi düşmanlığı üzerinden yükselen rejimler için ayaklanması pek akla uygun değildir, ancak rejim için onun Türk olmaması yeterli olacaktır. Bazı tarihçiler olayı salt bu yönüyle gerekçelendirmeye çalışmışlardır ancak İttihat ve Terakki’den başlayarak ve Cumhuriyet döneminde de devam eden bir biçimde gayrimüslim halkların elindeki sermayenin Türkleştirilmesi / Müslümanlaştırılması hedefi, Ermeni Soykırımı’ndan, Varlık Vergisi’ne ve 6-7 Eylül 1955’e dek süren gayrimüslim düşmanlığının en temel taşını oluşturur.
Resmi ideolojinin yanı sıra Türkiye’deki Nazi taraftarlarının faaliyetleri 1934 yılının yaz aylarına doğru sonuç vermeye başlar. Edirne, Kırklareli, Uzunköprü, Çanakkale, Gelibolu ve Keşan gibi Trakya şehirlerinde yaşayan Yahudi halk, şehirleri terk etmeleri yönünde tehdit edilir. Tarih 21 Haziran’ı gösterdiğinde ise eşzamanlı olarak Yahudi halka yönelik saldırılar başlar. Yahudilere yönelik örgütlenen boykot, yağmaya dönüşür, halkın evleri basılır, işkence edilir. Yahudi kadınlar ise tecavüze uğrar; bazı kadınların parmaklarındaki yüzükler, parmaklarının kesilmesi suretiyle, müslümanların ganimeti olur. Kırklareli Hahamı çırılçıplak soyularak, dövülür. Birçok Yahudi bıçaklanır. Devletin uzun bir süre izlemekle yetindiği saldırılar, 4 Temmuz’a değin devam eder. Saldırılar sonucunda 15 bin civarındaki Yahudi, Trakya’yı terk etmek zorunda kalır.
Nazileri aratmayan Yahudi düşmanı saldırılar, birçok katliam ve zulüm gibi devletin derin ilgi ve bilgisi dahilinde hayata geçti. Saldırıların 14 Haziran tarihinde kabul edilen ve “Tek dille konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket” yaratmayı amaçlayan 2510 Sayılı İskân Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden bir hafta sonra gerçekleşmesi dahi Kemalist rejimin Trakya “Fortuna”sının başlıca faili olduğunu kanıtlar.
İskan Kanunu’nun yanı sıra devlet görevlilerinin adeta ‘geliyorum’ diyen saldırıları görmezlikten gelmesi ya da Yahudi halka “burada istenmiyorsunuz” gidin demesi, yine devletin anti-semitik özelliklerini gösterir. Yahudiler, boykot kampanyalarına ya da gazetelerde çıkan katliam çağrılarına karşı devletten yardım isterler ancak karşılarına şöyle bir söylem çıkar: “Hükümet ve İsmet Paşa bütün Trakya Yahudilerinin İstanbul’a sürgünlerini istiyorlar”. Edirne Valisi ise anti-semitik faaliyetlerin artmasına karşı kendileri ile görüşen Yahudiler’e açıkça kenti terk etmelerini söyler.
Fortuna’nın ardından Trakya’dan ayrılmak zorunda kalan Yahudiler’in önemli bir kısmı bir daha evlerine geri dönemez.
Türk-İslam sentezci propagandanın diline pelesenk ettiği ve üzerinden neredeyse 600 yıl geçmiş “Yahudileri biz kurtardık” söylemi, yahut Naziler’den kaçan bir grup Yahudi biliminsanının Türkiye’ye yerleştirilmesinin örnek verilmesi gayrimüslim fobisini, özelinde anti-semitizmi örtemiyor. Bizzat Naziler’den kaçan Struma ve Salvador gemilerinin içerisindeki Yahudiler’in, Türkiye’ye alınmayarak ölüme terk edilmesi gibi. Yahut devletin bu defa resmi olarak Yahudiler’in mallarına “Varlık Vergisi” koyması; Yahudiler’in ‘Las Vente Klasas’, Ermeniler’in ‘Kısan Tasagark’, Rumlar’ın ise ‘İkosi İlikeis’ dedikleri, “Yirmi Kura Askerlik” gibi ırkçı uygulamalar, rejimin bu halklara yönelik düşmanca uygulamalarının başlıca kanıtlarıdır. Ve arkasından gelen 6-7 Eylül ile birlikte ırkçı Türk rejimi amacına epeyce yaklaşır. Yahudi ve Hristiyan azınlıkların önemli bir bölümü Türkiye’yi terk eder.
Yahudiler, az sayıda kalsalar da Yahudi fobisi Türkiye’de büyük toplumsal paranoyalardan birini oluşturmaya devam ediyor. Geçtiğimiz aylarda Trakya’da bulunan Babaeski’ye giden iki Yahudi’nin aşağılanması; üzerine “Artık şiir yazılamaz” bile denilen ve insanlık tarihinin utanç müzelerinden biri olan Auschwitz önünde Nazi selamı veren Türk gençlerinin Polonya polisince gözaltına alınması, Kavgam’ın uluslararası tepkiler üzerine yasaklanana dek en çok satanlar listesinden inmemesi, Türkiye’de anti-semitizmin saymakla bitmeyecek örneklerinden sadece birkaçı. Ve bu örnekleri aslolarak besleyen ise bizzat Erdoğan’ın Soma’lı işçilere “İsrail dölü” demesinden, başka bir bakanın “bunları bize bir Yahudi, bir ateist, bir Zerdüşt yapsa anlarım. Ama bunları yapan Müslümanım diye geçiniyorsa yazıklar olsun” sözlerinden geliyor. Türk egemenlerinin zihniyeti dinci ya da Ulusalcı fark etmiyor, birkaç yıl öncesinde ulusalcılar da, AKP’lileri “Musa’nın çocukları” olmakla suçluyor ve bunu kanıtlamaya çalışıyordu.
Trakya Olayları’nın 80’inci yıldönümüne girdik; Ermeni Soykırımı’nın 100’üncü, 6-7 Eylül’ün 60’ıncı yıldönümlerine girmek üzereyken; Gayrimüslimlere, Alevilere, Kürtlere ve Suriyeli Araplara yönelik ırkçı saldırılar devam ederken, halkların eşit, özgür ve kardeşçe yaşama koşulu olan sosyalizmin kızıl bayrağını yükseltmekten başka seçenek bulunmuyor.
M. Ak
|