30 Ekimde sunduğu hükümetinin 1 yıllık icraatı raporunda (tescilli Amerikancılar olarak onlar buna ulusa sesleniş diyorlar) başbakan, asıl ve önemli icraatları es geçmiş, tali bazı konulardaki uygulamalardan bir-iki örnek ve geleceğe ilişkin bol vaatler vererek konuşmasını bitirmiştir. Bu da hükümet cephesinden son derece anlaşılır bir tutumdur. Ne de olsa asıl önemli icraatlarını halkın karşısında anlatabilmek/savunabilmek hiç kolay olmayacaktı.
Bu nedenle Erdoan, konuşmasının sonunda bu esas konulara ilişkin açıklamayı, gördüğünüz gibi kamudaki yapısal dönüşüm faaliyetlerimize, dış politikadaki gelişmelere, bakanlıklarımızın kendi bünyelerinde hazırlayıp hayata geçirmeye hazırlandığı pek çok önemli projeyi aktarmaya vaktimiz yetmedi ifadeleriyle, bir başka bahara bırakmış oldu. Tayyip Beyin bu üç başlık altında geçiştirdiği icraatlar ise hükümetin 1 yılının özünü oluşturuyor, halka ve ülkeye karşı işlenen suçları içeriyor.
Başbakanın, dış politikadaki gelişmeler deyip geçiştirmeye çalıştığı, Amerika ile yürüttüğü kan pazarlığı ve sonuçta, Mehmetçiğin kanını 8,5 milyar dolara pazarlayabilme başarısıdır. Süleymaniyedeki çuval vakasıyla da tescillenmiş olan emperyalizme kölelik rezaletinin çukurundaki debelenmeleridir. Amerikaya uşaklık hizmetinden vakit buldukça ilgilenmeye çalıştıkları AB üyeliği konusunda ise gelinen nokta ortadadır. ABnin son İlerleme Raporu, Türkiyenin bu grupla ilişkileri bazındaki dış politika başarısının(!) en açık göstergesi durumundadır. AB bu raporla, adeta, hiçbir konuda hiçbir ilerleme kaydetmediniz, demeye getirmekle kalmıyor, üyeliği bir kez daha Kıbrıs sorununa, dolayısıyla çözümsüzlüğe bağlamış bulunuyor. Ancak, Kıbrıs püüzünü Yunanistanın üstüne atıp düşmanlık kışkırtmakla, dış politikada başarı kazanılmış olmuyor. Doğu ve Güney Doğudaki ilişkilerin Batıdakinden daha parlak olmadığı ise ortada. Iraka asker gönderme kararının Arap komşular tarafından hoşgörüyle karşılanması beklenemezdi kuşkusuz. Geriye, başarı olarak adlandırılabilecek tek adım kalıyor; o da, ABD ile zedelenmiş bulunan kölelik ilişkilerinin, son tezkere karaıyla bir nebze olsun düzeltildiğini ummaları. Ne kadar düzeltildiğini ise zaman gösterecek. Ancak hükümet ve devlet cephesinden olumlu görünen bu ve benzeri gelişmelerin, halk nezdinde vatana ihanetle bir tutulduğunu unutmamak gerekiyor.
Başbakanın, kamudaki yapısal dönüşüm diye tabir ettiği ve geçiştirdiği ikinci önemli konu, açıklama ve savunma cesareti gösterilemeyecek önemde başka saldırıların başlığı olabilir ancak. Özelleştirmeler ve ortaya çıkardığı işsizlik, sefalet bu başlık altındadır. İşten atmalar, ücret düşürmeler bu başlık altındadır. Kendinden önceki başbakanın İMFye söz verdim, memura 5 kuruş fazla veremem veciz(!) sözleriyle ifade ettiği durum, Başbakan Erdoğan ve hükümeti için de aynıyla geçerli olmuştur. Sendikalar ne derse desin, AKP hükümeti kamu işçisine ve memuruna İMFnin belirlediği ücretten 5 kuruş fazlasını vermemiştir. Dolayısıyla, işçi ve emekçilerin karşısına geçip, icraat övgüsü olarak, sizi İMFnin direktifleri doğrultusunda işten attım, ücrtlerinizi düşürdüm, aç ve açık bıraktım diyecek değildi herhalde.
Ne var ki, bu tür suçları açıktan ifade ve kabul etmese ve başlıklar halinde geçiştirse de, sonuçta yaptıklarıyla bir övünme, hatta, kendini rahat ve huzur içinde hissettiğinin itirafı var konuşmada. Daha doğrusu, ne yaptıysak doğru yaptık, yapmaya devam edeceğiz, görevimizi yapmanın rahatı ve huzuru içindeyizden ibaret bir konuşma bu. Dikkate değer bir yan ise, konuşmaya, sadece hükümetin 1. yıl dönümü değil, cumhuriyetin 80. yıldönümünün de vesile edilmiş olmasıdır. (Bir de Ramazan var, ama onun konumuz açısından bir önemi bulunmuyor.) Konuşmasının sonunda; Her yıl biraz daha gelişmiş ve kalkınmış bir ülke olarak nice bayramlara da ermenizi diliyorum sözleriyle lafı Cumhuriyete (dolayısıyla da devlete) getirip bağlayan Erdoğan, bununla, icraatımızın sorumluluğu sadece AKP ve h¨kümet olarak bize ait değildir, ne yaptıysak devlet için ve devletin izniyle yaptık, demektedir. İşin gerçeği de budur.
Hükümetin 1 yıllık icraatını iki ana başlık altında toplayacak olursak;
1. Ortadoğuda ABD jandarmalığını üstlenebilmek için,
2. İşçi ve emekçi kitlelerin sefaletini derinleştiren İMF programlarını hayata geçirebilmek için gösterilen çabalardan ibaret bir faaliyet raporu çıkar karşımıza.
Her ikisinin ortak paydası ise, ülkeyi ve halkı emperyalizme bağlayan zincirlerin sıkılaştırılması anlamına gelir ki, bunun, işçi ve emekçi kitleler dilindeki karşılığı vatana ihanettir. Fakat, icraat her ne kadar hükümete ait olsa da, bu iki temel konuda hükümetin karşısına geçen, itiraz eden ve engellemeye çalışan tek bir devlet kurumu ya da yetkilisi bulunmadığına göre, devletin, bu temel konuda esastan bir fikir ve eylem birliği sağladığını kabul etmek gerekir. Zaman zaman cumhurbaşkanlığı katından gelen kimi itirazlar öylesine tali konulardadır ki, devlet katındaki bu ihanet birliği tablosunu gizleme çabası dışında bir anlam yüklemenin imkanı bulunmamaktadır. Özellikle son resepsiyon krizi, tam bir komedi olmasının yanı sıra, aradan geçen 80 yılın ardından cumhuriyetten geriye ne kaldığının da göstergesi olmuştur.
Adı şimdi sadece CHP amblemindeki oklarda ve bayram töreni nutuklarında kalan, o, Atatürk cumhuriyeti ilke ve kazanımlarının son kırıntıları da son hükümetin icraatlarıyla bir bir ortadan kaldırılırken sesi soluğu çıkmayan, emperyalist sömürü programlarıyla cumhuru derin bir sefalete itilirken onu savunma ihtiyacı duymayan bir cumhur başkanı olarak, 80. yıl anısına ve cumhuriyet adına başka ne yapabilirdi ki? Eğer cumhuriyetten geriye, kala kala bir kılık kıyafet devrimi kalmışsa, cumhurun başkanı da onu savunacaktır.
Cumhurbaşkanı Sezerin bu cumhuriyet savunması ile Başbakan Erdoğanın 1 yıllık icraat raporu ve övüncü, bir arada, bugünkü cumhuriyet rejiminin temel niteliklerini ortaya koymaktadır. Bugünkü cumhuriyet, iktisadi-siyasi ve askeri her alanda emperyalizme göbekten bağlı, dinci-faşist her türlü gericiliğe sonuna kadar açık, halka karşı kontr-gerilla örgütlenme ve faaliyetini açıktan savunan ve resmileştirmeye çalışan bir yönetim biçimidir. Sözde şeriat tehlikesine karşı cumhuriyet savunuculuğunu sürdürmeye çalışanların hiçbir sahtekarlığı bu gerçeklerin üstünü örtemez. Bu sahtekarların, son bir gayretle ucuna yapıştıkları türban gibi, laiklik ilkesinin de aslından ne kadar uzak olduğu ortadadır. Din işlerinin devlet işlerinden ayrılması olarak tanımlanan laiklik, Türkiye Cumhuriyei tarafından tam tersi bir uygulamaya konu edilmiş, din işleri Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında devlet çatısı altına alınmakla kalmamış, 2004 bütçe tartışmalarının sergilediği rakamların gösterdiği gibi, modern bir devletin en temel işlerini yürüten bakanlıklardan daha yüklü bir bütçe ayrılmak suretiyle semirtilmiştir de. Dolayısıyla bu cumhuriyet işin aslında laik de değildir.
Cumhuriyet savunucuları, onun bugünkü bu özelliklerini unutmadan ve gözardı etmeden savunmak zorundadırlar. Dolayısıyla, emperyalizme kölece bağımlılığı, emperyalizmin jandarmalığını savunduklarını bilmeli ve itiraf etmelidirler. Bunu kabul ve itiraf etmek, emperyalist devletlerin, örgütlerin ve tekellerin direktifiyle sefalete itilmiş bir halka düşmanlığı da kabul etmek demektir. Dolayısıyla, cumhuriyet savunucuları, bundan böyle halk düşmanı yaftasını da kabul etmek zorundadırlar.
Kendine aydın, ilerici, laik etiketini yakıştıranların önünde sadece iki seçenek bulunuyor. Ya bu yakıştırmalardan arınıp, gericilik, faşistlik, halk düşmanlığı yaftasını kabul edecekler; ya da bugünün gerici ve halk düşmanı cumhuriyetini savunmaktan vazgeçip, kendilerine yakıştırdıkları etikete uygun davranarak halkın, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yanında yer alacaklar. Gerçekten ilerici, gerçekten demokratik, gerçekten laik yeni bir sistemin, sosyalist bir cumhuriyetin kuruluşuna katılma onuru kazanmak için çaba gösterecekler.