Maraşta yaşanan, ancak kabuslarda ve korku filmlerinde görülebileceği sanılan vahşilikte bir katliamdı. Üzerinden geçen 25 yıla rağmen bu etkide en küçük bir azalma olduğunu söylemek mümkün değil. Ve bu yönüyle de katliamdan ziyade kıyım sözcüğü uygun düşmektedir yaşananlara.
Maraştan önce ve Maraştan sonra da katliamlar yaşandı bu ülkede. Aslında siyasi katliamın yaşanmadığı bir tek dönem göstermek bile imkansız. Fakat hiç birini Maraştaki hunharlıkla kıyaslamak mümkün değil. Ta ki Sivasa kadar... İnsanları diri diri yakma girişimi de en az satırlarla doğramak kadar vahşi, o kadar akıl almaz bir olaydı. Bu yüzden Sivas da Maraş düzeyinde bir etki yarattı toplumda.
Maraşın birinci yıldönümünde, çok yaygın ve güçlü bir iş boykotuyla yanıtlanmıştı katliam. Sivasın birinci yıldönümü yine yaygın ve güçlü sokak eylemleriyle karşılandı. Fakat bu iki katliam arasında, toplum üzerindeki etkileri açısından önemli bir fark olduğu görülecekti. Maraşta, MHPnin, polisin, askerin açık etkinlikleri nedeniyle tepkiler doğrudan devlete ve sisteme yönelirken, Sivasta öne çıkan/çıkarılan dinci gericilik yüzünden devletin rolü nispeten gizlenebildi. En azından bir kısım tepkiler laiklik ekseninde döndürülüp sistemin yedeğine bağlanabildi.
Sivas katliamı tam da, Maraşların bir daha yaşanmayacağı sanılmaya başlanmışken gerçekleştirilmişti. Bu sanı, aslında maddi gerçeklere dayalı tahlillerden değil, böylesine vahşi bir olayı bir daha yaşamama-görmeme umut ve beklentisinden doğmuştu. Fakat Sivasla birlikte, düzenin maddi gerçeklerinin böyle sanal beklentileri döne döne boşa çıkaracak güç, vahşet ve çirkinlikte olduğu bir kez daha kanıtlanmış oldu.
Aslında bu çirkin ve kanlı gerçeğin kanıtlanması için Sivasa ihtiyaç bulunmuyordu. Sistem, Kürt halkına karşı kirli bir imha savaşı yürüttüğü 90lı yıllarda, Maraşı fersah fersah aşan barbarlıkta katliamlara hergün imza attı. Ancak, adı üzerinde bunun bir savaş olması, ve savaş sözcüğünün tek başına her türlü barbarlığı içermesi nedeniyle ve Türk devletinin bu savaşın açık tarafı olması yüzünden, farklı bir kategoride ele alınması gerekiyor.
Dikkat edilecek olursa, Maraşta, Sivasta, Çorumda ve diğer tüm toplu katliam girişimlerinde, sistem, hep maşa kullanmayı tercih etmişti. Açıktan MHPli faşistler ve dinci faşistler, gizlice kontr-gerilla kuvvetleri (ki bunların da büyük bölümünün resmen MHPli kategorisinde yer aldığı çoktan öğrenildi), yardımcı güç olarak da polis, asker (hatta itfaiye) eliyle katliamlar gerçekleştiriliyordu. Sivas sonrasında yaşanan katliamlara baktığımızda ise, artık bu yedek kuvvetlere ihtiyaç duyulmadığı, katliamların resmen ve açıktan devlet kuvvetleriyle gerçekleştirildiği bir dönem görürüz. Bu dönemin iki büyük toplu katliamı, cezaevlerindeki devrimcileri hedef alanlar oldu. Böyle bir katliamın sivil kuvvetlere yaptırılmasına zaten imkan yoktu denilebilir. Ne var ki, zamanında ve yerinde tespit ve iaret ettiğimiz gibi, katliamın amacı devrimcilere ve emekçi kitlelere gözdağı vermektiyse eğer, dışarıda, Maraş benzeri bir katliamla da bu amaca ulaşmaları mümkündü. Nitekim Maraşta ve Sivasta yaratılan terörün amacı da farklı değildi.
Buradan iki sonuç çıkarmak mümkün:
Birincisi, Maraştan bu yana devletin ve düzenin katliamcı kimliğinde en küçük bir aşınma söz konusu olmadığı gibi, tersine, bu kimliği pekiştirmesini gerektirecek gelişmeler/değişimler bulunmaktadır.
İkincisi; sistem artık bugün katliamcı kimliğini gizleme ihtiyacı bile duymadığı gibi, bunu alenen ve devletin kuvvetleriyle gerçekleştirmek suretiyle, emekçi kitlelere güç gösterisi yapmayı tercih etmektedir.
Kapitalist-emperyalist dünya sistemi içinde kendine bir yer edinmeye/kabul görmeye çalışan Türk devleti ve burjuvazisinin, bu sistemdeki tüm gelişmelere zamanında ayak uydurma, sistemin gereklerini (ve isteklerini) eksiksiz uygulama konusunda büyük bir çaba harcadığını biliyoruz. İMF yıkım programları ulusal program adı altında halka dayatılmakta, demokratikleşme adı altında AB emperyalistlerinin istemleri bir bir yasalaştırılmakta (hiç kuşkusuz çıkarılan bu yasaların demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor), yine emperyalizmin direktifleri doğrultusunda vahşi kapitalizme dönüşün her türlü yasal ve pratik uygulamalarına hız verilmektedir.
Türk devletinin ve burjuvazisinin emperyalizmle tam uyum konusundaki önceliğinin ise, ABD emperyalizminden yana olduğu biliniyor. Bu ise bizi, doğrudan, katliamcı kimlikle ilgili konumuza getiriyor. ABD emperyalizmiyle tam uyum, Türk devletini, katliamcı kimliğini gizlemek değil, tersine, sınır ötesine de yansıtacak açıklıkta ortaya vurmasını gerektiriyor. Uluslararası her türlü hukuku hiçe sayarak dünyaya kafa tutan, gücü önünde boyun eğme konusunda tereddüt gösteren tüm küçük devletleri yıkmaya girişen bir haydut devletin maşalığı statüsünde de olsa, komşu halkların katliamında yer almaya can atıyor.
Bu dünyayı dize getirme programı kapsamında gerçekleştirilen kitle imha savaşlarının adı bir kez terörizme karşı mücadele konulduğuna göre, artık her devlet, her türden toplumsal mücadeleye terör damgası vurma ve imhaya kalkışma hakkı kazandığını düşünüyor. Kapitalist-emperyalist dünyanın ABDnin yeni savaş stratejisine bu kadar gönülsüz ve böylesine dil ucuyla karşı çıkmasının ardında, aslında hepsinin dönemsel ihtiyaçlarına cevap vermesi yatıyor.
Herbir devlet, bu arada Türk devleti de, içerde ya da dışarda ihtiyaç duyduğu katliamı işlemekten çekinecek bir şey kalmadığını görüyor. Tepki almayacağını, hatta destek göreceğini biliyor. Bunun rahatlığıyla davranıyor.
Diğer yandan, Amerikanın Afganistan ve Irak saldırıları nedeniyle aldığı tepkiler gösteriyor ki, emperyalist dünyanın gerici devletler dayanışması dışında dayanacağı ve güveneceği hiçbir güç bulunmamaktadır. İşçi sınıflarını ve dünya halklarını giderek daha fazla karşısına almakta, karşısında bulmaktadır.
Türk devleti de, sırtını Amerikaya ve emperyalist dünyaya dayayarak, işçi sınıfı ve emekçi halkların gazabından sonsuza kadar korunma imkanına kavuşmuş olmuyor. Katliamcı kimliğini açıkça sergilemekle yöneldiği güç gösterisi de kitleleri sonsuza dek sindirme gücüne sahip değil. Tam tersine, sistemin soyguncu-katliamcı kimliği ne kadar belirgin hale gelirse, kitlelerde farklı sistem arayışı da o ölçüde güçlenecektir. Nitekim bu güçlenme dünya çapında bugünden hissedilmeye başlanmıştır. Türkiyede de kendini hissettirmesi gecikmeyecektir.
Bu katliamcı düzenden ve devletten Maraşların, Sivasların, Ulucanların, 19 Aralıkların hesabını sorma çağı gelmiştir. Bu hesabı Türkiyede ve dünyada bir daha asla böyle katliamların yaşanmayacağı bir yeni düzeni kurarak soracağız.