İçindekiler:

27 Ocak 2024
Sayı: KB 2024/02

Sınıf hareketi, seçimler ve bahar dönemi
Yerel seçimler ve reformist hayaller
"Yerli/milli" NATO'cular sadakat testini geçti
Kürt halkına karşı bitmeyen savaş ve kırılamayan irade
Sermaye devletinin "tetikçileri koruma" politikası
Kural ve kaide tanımaz keyfilik
Gerici-faşist rejimin suç dosyası kabarıyor!
Sarayın İBB Başkan Adayı açıklandı
"Mertçe" yapılan katliamlar.
Greif işgali izlememiz gereken yolu gösteriyor!
Solun MESS TİS süreciyle imtihanı
Sarp Tekstil'de yaşananlar ve ötesi!
Filistin sorunu ve direnişin sorunları
Irkçı-siyonizme sonsuz destek
Yemen'de zafer emperyalist saldırganların olmayacaktır!
Almanya anti-faşizmi "keşfediyor"!
Almanya eski kodlarına geri mi dönüyor?
"Kemiklerimizi kırabilirler ama direncimizi kıramazlar!"
"Çabamız kadın işçilerin mücadelesini büyütmek"
"Devrimi ve devrimci birikimimizi savunuyoruz"
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

 

Almanya anti-faşizmi “keşfediyor”

A. Eren

 

Araştırmacı gazetecilik ağı Correctiv, “üst düzey AfD siyasetçileri, neonaziler ve zengin iş adamları”nın, Almanya’nın Potsdam şehri yakınlarında bir otelde buluştuğunu, yapılan toplantıda “Alman vatandaşlığına sahip olup olmadıklarına bakılmaksızın” göçmenlerin geri gönderilmesinin tartışıldığını duyurdu. 

Ardından başta Spiegel olmak üzere sermaye basını, siyasi partiler, eyalet başbakanları, bakanlıklar, belediye başkanları, kiliseler, sendikalar hep bir ağızdan “AfD’ye karşı, sağcılara geçit yok” söylemiyle, Alman halkını gösterilere katılmaya çağırdılar. Çeşitli kentlerdeki gösterilerde hükümet partilerinin temsilcileri ve bakanlar da yerlerini aldılar. 

Spiegel dergisi gösterileri “Cumhuriyet ayağa kalkıyor” başlığıyla haber yapıyor. Siemens’in eski ceosu Joe Kaeser, “AfD’ye oy verenler refah düzeyini kaybetmeyi tercih ediyor demektir” vurgusuyla, sağdan gelen tehlikeye karşı uyarıyor. Çalışma Bakanı Hubertus Heil da Alman ekonomisinin uluslararası arenada risk altında olduğunu belirterek, AfD’nin teşhir edilmesini zorunlu görüyor. İçişleri Bakanı Nancy Faeser, toplantının Nazilerin “Yahudi sorununa nihai çözümü” organize ettiği Wannsee Konferansı’nı anımsattığını söylüyor.

Alman ekonomisinin acilen nitelikli uzmanlara ihtiyacı olduğu, nitelikli uzmanların ise ancak Almanya’da “dışlanmayacak ve hatta tehdit edilmeyeceklerinden emin olurlarsa” gelecekleri vurgulanıyor. Sermaye sözcüleri, “Bu da ırkçılığı ve milliyetçiliği göze alamayacağımızın bir başka nedenidir” diyorlar. Alman Sanayi Birliği Başkanı Siegfried Russwurm da birkaç gün önce yaptığı açıklamada aynı argümanları kullanıyor.

Esas tehlike AfD mi?

Toplumu yönetme kabiliyetini yitirmiş Scholz hükümetinin Correctiv’in haberini AfD’ye karşı bir devlet kampanyasına dönüştürmesi bir rastlantı mıdır? 

AfD’nin Almanya’daki son seçim başarılarından bu yana son derece popüler hale gelmesi, buna karşın özellikle hükümet partilerinin seçmen tabanının gittikçe erimesi, önü kesilmesi zor bir süreç olarak tanımlanmaya başlandı. Son olarak Berlin sokaklarını işgal eden çiftçilerin giderek radikalleşme potansiyeli taşıyan eylemleri bu sürece yeni bir ivme kazandırdı. Faşist-aşırı sağcı partinin önünü kesmek için alarm zilleri çalmaya başlamıştı. Potsdam toplantısının ifşası bu aşamada yardıma koştu. Oysa sözü edilen Potsdam toplantısının geçen sene Kasım ayında yapıldığı ve tartışmanın içeriği çoktan biliniyordu. Büyük oranda devlet ve büyük sermaye gruplarının vakıfları tarafından finanse edilen Correctiv’in haberi tam da bu süreçte sermayenin siyasi temsilcileri tarafından önemli bir enstrümana dönüştürüldü. 

Alman sermaye partileri, mültecilere ve göçmenlere karşı sert önlemler almak konusunda uzun bir dönemdir AfD’nin radikal söylemlerinden içerik olarak esaslı bir farklılık sergilemiyor. SPD’nin eski lideri Sigmar Gabriel uzun zamandır “Danimarka’da olduğu gibi refah sisteminin mülteciler için daha az cazip hale getirilmesini” tavsiye ediyor. Friedrich Merz neredeyse her gün “tutarlı Danimarka mülteci politikasını” överken, CDU “Danimarka modeline dayalı” sınır dışı merkezleri talep ediyor. Eski Federal Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, Kopenhag’ın göçü zorlaştırmak yoluyla “ulusal popülist bir partiyi yüzde 3’ün altına düşürmeyi” başarması karşısında şapka çıkarıyor. CDU/CSU meclis grubu başkan yardımcısı Jens Spahn, Aralık 2023 ortasında mültecilerin 6.227 kilometre uzaklıktaki Ruanda’ya iltica başvurusunda bulunmasını istiyor. AB düzeyinde, Almanya’nın da onayıyla, sığınmacıların başvuruları hakkında bir karar verilene kadar, AB’nin dış sınırındaki kabul merkezlerinde gözaltı koşullarında tutulması planları da biliniyor.

Neo-faşist güçleri besleyip güçlendiren...

Almanya’da sadece AfD değil, diğer sağcı ve neo-faşist güçler de yükselişte. “Münih Güvenlik Konferansı”nın planlama ekibi tarafından uzun süredir hazırlanan, ancak Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini fırsat bilerek Şubat ayında SPD tarafından bir çırpıda hayata geçirilen militarizasyon, iklim aktivistlerine, sol gruplara ve anti-faşistlere yönelik saldırgan söylemler, bir öncekinden daha ağır bir AB göç politikası... Tüm bunları hayata geçirenler AfD değil, Federal Meclis’te ve eyalet parlamentolarında temsil edilen tüm düzen partileridir.

Bu eğilim 1999’da NATO’nun Yugoslavya’nın geri kalanını parçalama savaşı sırasında doruk noktasına ulaştı. Yugoslavya devlet başkanı Miloseviç “yeni Hitler” ilan edildi. SPD-Yeşiller hükümetinin dışişleri bakanı, geçmişin sokak eylemcisi ve bugünün sanayi lobicisi Joschka Fischer, Kosova’da ABD kuklası bir rejimin kurulmasıyla sonuçlanan savaşı, anti-faşist bir insani müdahale olarak ilan etti: “Bir daha asla Auschwitz!” 

Clara Zetkin, 20 Haziran 1923’te, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Genişletilmiş Plenumu’nda yaptığı konuşmada, faşist hareketlerin bugün de güncel olan şu özelliğine dikkat çekiyordu:

“Faşizmin, içinde bulunulan özgün koşullara bağlı olarak, tek tek ülkelerde farklı karakteristik özelliklere sahip olduğu açıktır. Ancak iki özellik tüm ülkelerde ortaktır: sözde devrimci bir programla en geniş toplumsal kitlelerin ruh halleri, çıkarları ve talepleriyle bağlantı kurmada olağanüstü ustalık ve en acımasız, şiddetli terörün kullanılması...”

Bugün Almanya’da yaşanan budur. Almanya’daki toplumsal koşullar ve ideolojik gelenekler aşırı sağcı eğilimleri besleyip güçlendirmektedir. Ekonomik ve sosyal kriz derinleştikçe, halkın geniş kesimleri arasında tehdit altında oldukları korkusu arttıkça, faşist eğilimler yükselişe geçmektedir. 

Faşist parti ve grupların demagojik sosyal söylemlerinin etkili olmasının gerisinde, geniş yığınların günlük deneyimleri yatmaktadır. Gelecek korkusu, çaresizlik, ekonomik kriz ve her an işsiz kalma korkusu, barış/savaş gibi temel sorunlar, güçlü olanın galip geldiği ve zayıf olanın kenara itildiği gerçeği vb. deneyimlerdir bunlar. İşçi sınıfı partilerinin bunun ürünü toplumsal krize programatik alternatif oluşturamadığı dönemlerde faşist akımlar güç kazanmaktadır.

Öte yandan, bugün Almanya’da savaş karşıtı her türlü gösteriyi “Putin sempatizanı” gibi söylemlerle kriminalize edip yasaklamak bir devlet politikası haline getirilmiştir. Aynı şekilde, Filistin halkıyla her türlü dayanışma ve destek eylemi de mevcut hükümet tarafından “antisemitizm” suçlamasıyla yasadışı ilan edilmekte ve yasaklanmaktadır. Zira, dışarda saldırganlık ve militarist-yayılmacı politikalar, içerde halkın buna ikna edilmesini zorunlu kılmaktadır. Tüm bunlar AfD gibi aşırı sağcı faşistlerin güç kazanmasına zemin oluşturmaktadır.

“Geçmişini hatırlamak”!

Almanya’nın ekonomik ve askeri güç potansiyelinin gelişmesinin önündeki en ciddi engelin yakın tarihe takılıp kalmak olduğu uzun dönemdir bir yakınma konusuydu. Dünya halkları üzerinde derin izler bırakan ve Alman halkını da derinden etkileyen faşizmin barbarca suçlarının hatırasından kurtulmak, tarihsel bir görev olarak, ‘80’li yılların başından bu yana sistematik olarak işleniyordu. Neo-faşist grup ve partilerin yükselişi bu yönelimin ürünü oldu.

Aşırı sağcı faşist güçler özellikle kriz dönemlerinde egemen sınıflar için önemli bir işlevi yerine getirirler. Bu grup ve partiler, siyasi açıdan işe yarayıp yaramadıkları, onların önünü açmanın ülkenin imajını sarsıp sarsmayacağı ya da uluslararası çıkarlara zarar verip vermeyeceği vb. üzerinden ele alınır. Faşist gruplar, örneğin Weimar Cumhuriyeti’nde, egemen sınıfları için işçi sınıfı hareketini terör eylemleriyle paralize etmek için ne ölçüde “uygun bir araç” olduklarını kanıtlamışlardır.

Sadece Almanya’da değil diğer Avrupa ülkelerinde de aşırı sağcı faşist partiler, egemen sınıflar için saldırı yasalarını parlamentolarda geçirmede önemli bir rol oynamaktadırlar. Yabancılara yönelik sert önlemlerin alınması, güvenlik politikaları, militarizasyon, yasadışı dinleme, gösteri ve toplanma hakkının kısıtlanması, polis ve iç güvenlik yasaları vb. politik ihtiyaçlarla faşist partilerin önü açılmaktadır. Gerektiğinde kullanılmak üzere, tekelci burjuvazinin faşist hareketlerin varlığına ve etkinliğine ihtiyacı vardır.

İhtiyaç duyulduğunda faşist parti ve grupların yabancılara ve sol güçlere yönelik terör saldırılarına göz yumulmaktadır. Devlet organlarıyla ilişkide olmayan, dolaylı olarak desteklenmeyen aşırı sağcı faşist grupların güç olması olanaklı değildir. NSU katliamları olarak bilinen, gizli servis tarafından yönlendirildiği açığa çıkan olaylar zinciri bunun bir kanıtıdır.

Eğer AfD yüzde yirminin altında bir oy oranına sahip olsaydı, Alman tekelci sermayesi için bir sorun olarak görülmeyecekti. Henüz bu düzeyde güç kazanmalarına ihtiyaç duyulmadığı içindir ki, hızlı yükselişinin önü kesilmeye çalışılmaktadır.

Bugünkü Almanya, İkinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş Alman faşizminin elitleri tarafından inşa edilmiştir. Bugün AfD karşıtıymış gibi görünen tekel grupları da o dönemin rejiminin destekçileriydiler. Doğu Almanya’da 1965 yılında yayınlanan Brauenbuch (Kahverengi Kitap), Almanya’nın yeniden inşasının hangi güçlere dayanılarak gerçekleştiğini ortaya koymaktadır:

Batı Almanya’da “Federal Cumhurbaşkanı, Federal Kabine’nin 20 üyesi ve devlet bakanları, 189 general, amiral ve Bundeswehr veya NATO komuta kadrosundaki subayların yanı sıra Savaş Bakanlığı yetkilileri, 1.118 üst düzey yargı yetkilisi, savcı ve hakim, Dışişleri Bakanlığı, Bonn büyükelçilikleri ve konsolosluklarında 244 üst düzey yetkili, polis ve Anayasayı Koruma Dairesi ile diğer federal bakanlıklarda 300 görevli … Hitler rejiminin destekçileri, Yahudilere yönelik barbarlığın planlayıcıları, neredeyse tüm Avrupa ülkelerinin işgalinin organizatörleri ve komutanları” ve “anti-faşistlerin ve direnişçilerin katilleriydi”ler. (bkz. Braunbuch - Kriegs- und Naziverbrecher in der Bundesrepublik)

Sözde bir “Nazi temizliği” döneminden sonra, Hitler’in generalleri Alman ordusunu (Bundeswehr) inşa etmek üzere yeniden görevlendirildiler. Daha sonra BND’ye dönüşecek olan dış istihbarat servisinin kurulması görevi, daha önce Yabancı Ordular Doğu Bölümü’nde tümgeneral olan “doğu uzmanı” faşist Reinhard Gehlen’e verildi.

Gestapo, SS ve SD’den “uzmanlar”, Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasayı Koruma Dairesi’ni kurdular. CDU’lu Federal Başkan Heinrich Lübke, bir Nazi toplama kampı müdürü, Gestapo’nun toplama kampı mahkumlarının kullanılmasından sorumlu komisyon üyesi ve çalıştırma yoluyla imha suç sisteminin sorumlusuydu. CDU’lu Federal Şansölye Kurt Georg Kiesinger, 1933’ten beri NSDAP üyesiydi ve Ribbentrop Bakanlığı’nda çalışıyordu. Nazi partisinin propagandasında belirleyici bir etkisi vardı ve pogrom kışkırtıcılığını açıkça yönlendiriyordu. Bu liste uzayıp gidiyor...

Burjuva iktidarın faşist ya da burjuva-demokratik bir biçim alması, iktidarın özü açısından temelde farklılık yaratmaz. Aynı kalan öz her zaman sermayenin çıkarları tarafından belirlenir. Faşizm ve parlamenter iktidar, sınıfsal özü açısından değil, sadece biçimde farklılık gösterir.

“Devletin farklı egemenlik biçimleri olabilir: Sermaye, gücünü, şu yapılanışında bir biçimde, bu yapılanışında bir başka biçimde gösterebilir; ama işin özü değişmez ve iktidar hep sermayenin elinde kalır: Oy hakkı ya da öteki haklar varmış-yokmuş, cumhuriyet demokratikmiş-değilmiş, bir önemi yoktur; hatta cumhuriyet ne kadar demokratikse, sermayenin egemenliği de o denli hayasız ve kabadır.” (Lenin) 

Anti-faşist mücadeleyi AfD karşıtlığıyla sınırlandırmaya karşı...

AfD başta olmak üzere tüm faşist örgütlenmelere karşı mücadelenin ön saflarında yer almak, kitlelerin faşist hareketin gelişmesine yönelen tepkisini doğru hedeflere kanalize etmek bugün büyük bir önem taşımaktadır.

Emperyalist burjuvazinin, çıkarları söz konusu olduğunda, insanlığı yok edecek hiçbir çılgınlıktan kaçmayacağını yakın tarih göstermektedir. Üçüncü bir dünya savaşı hazırlıklarının tüm hızıyla devam ettiği bugünün koşullarında, kitlelerin dikkatini bu esas tehlikeye çekmek, tutarlı bir anti-faşist mücadelenin olmazsa olmaz görevidir. Özellikle SPD, Yeşiller ve CDU’lu politikacıların kendilerini sağa karşı çıkan aktörler olarak sunma ve dikkatleri yaşanan gelişmenin bizzat sorumluluğunu taşıdıkları gerçeğinden uzaklaştırma tutumlarını teşhir etmek gerekiyor. Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock, 14 Ocak’ta verdiği demeçte, “Burada demokrasiyi savunan, eski ve yeni faşizme karşı çıkan binlerce Potsdamlıdan biri olarak bulunuyorum.” diyor. NRW Eyaleti Başbakanı CDU’lu Hendrik Wüst aynı söylemi kullanıyor,“AfD tehlikeli bir Nazi partisidir” diyor.

Junge Welt yazarı Arnold Schölzel bu konuda, gazetenin 22 Ocak tarihli sayısında şunları yazıyor:

“Yine de hükümet ‘gözlerini kapatmaya’ çalışıyor -ve görünüşe göre pek çok gösterici de öyle... Perşembe günü kabul edilen ve sınır dışı işlemlerini hızlandırıp yaygınlaştırmayı amaçlayan yasa aynı zamanda yaklaşık 300.000 kişinin ‘yeniden göçünü’ de hedefliyor. AfD kamuoyu önünde bundan daha fazlasını talep etmiyor ve Björn Höcke de devletin insan avı ve sınır dışı etmeleri bağlamında ‘iyi huylu zalimliği’ gündeme getirirken başka bir şey kastettiğini iddia etmiyor. ... Fransa’da Pazar günü yüzlerce kişi sokaklara dökülerek göçmen karşıtı kararnameyi protesto etti. Almanya’da ise sadece medyadaki bazı göçmenler Potsdam toplantısına neden şaşırdıklarını soruyorlar. Orada ne konuşulduğunu uzun zamandır biliyorlardı -herkesin okuyabileceği ve duymak isteyeceği gibi…” 

Weimer Cumhuriyeti’nde anti-faşist mücadelenin esas taşıyıcı gücünü örgütlü işçi sınıfı oluşturuyordu. Örgütlü işçi hareketinin olmadığı bugün, çoğu sol, antifa ve diğer toplumsal grupların, anti-faşizmi AfD karşıtlığına indirgedikleri koşullarda, eylemlerde aktif bir tutum sergilemek daha da önem kazanıyor. Devrimci güçler kendilerini faşist güçlerin aşırılıklarına karşı savunmayla sınırlayamazlar.

Mevcut anti-faşist hareketler ne yazık ki sınıfsal bakış açısından yoksunlar. Nitekim, korona önlemlerine karşı gösterilen tepkiler karşısında, kendilerini “solcu” ve “anti-faşist” olarak görenler, karşı göstericilere “Naziler dışarı!” ya da “Hepinizi aşılayacağız!” gibi sloganlar atarak, devlete olan güvenlerini dolaylı olarak göstermişlerdi. Diğer taraftan “Bir daha asla Auschwitz!” diyen, Saddam Hüseyin ile Vladimir Putin’i Hitler’le aynı gören gruplar, Filistin halkıyla dayanışma eylemlerine saldırarak, resmi devlet politikasının bir aracı olarak kullanılabiliyorlar.

‘90’lı yıllarda Möln’deki faşist cinayetlerden sonra gerçekleşen kitlesel insan zinciri eylemleri, anti-faşist potansiyeli ortaya koymuştu. Bugün de AfD karşıtı büyük kitlesel eylemler anti-faşist mücadele açısından büyük bir önem taşıyor. Bugüne kadar politik gösterilerden uzak duran toplumsal kesimlerin alanlara akarak AfD’ye karşı tutumlarını ortaya koymalarının politik önemi tartışmasızdır.

Bununla birlikte, temel önemdeki sorun alanına bir kez daha dikkat çekmek gerekiyor. Geniş bir toplumsal yelpazeyi yansıtan kitlelerin ideolojik-politik olarak şekilsizliği ve politika üzerinde etkili olma yetenek ve gücünden yoksun olmasıdır. Devrimci partilerin olmadığı koşullarda, bu sınırlarda bir “anti-faşizm”i, Alman egemen tekelci burjuvazisinin kendi çıkarları için kullanmaya çalıştığını/çalışacağını bir an bile unutmamak gerekiyor. Zira, “Yönetmeye alışkın burjuvazi, durumu değerlendirme ve sınıf çıkarlarını savunma konusunda ne yazık ki boyunduruğa alışkın proletaryadan çok daha zeki ve deneyimlidir.” (C. Zetkin)